Bütün kurumlara olduğu gibi yargısal alana ilişkin güvenin neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye’de politik davaların her zaman “politik” olduğunu, karar mercilerinin bazı davalarda yargıçlarla sınırlı kalmadığını biliyorduk. Fakat bu tür yargılamaların da hukuk prosedürlerinin koridorlarından dolandığı konusunda bir algı vardı. Yargıçlar, eksik de olsa güvencelere sahipti ve sürprizler olabiliyordu. Türkiye’de pazarlık devletinin inşa sürecinde yargının da doğrudan buradan üst belirlendiği açık. Rahip Brunson yargılaması bunun örneğiydi. Politik önemi çok daha büyük olan Demirtaş yargılaması bunun başka bir örneği. Gezi iddianamesinin bir iddianame olarak kabul edilebilmesi bile tuhaf. Barış İçin Akademisyen yargılamaları meyve pazarı gibi, yan yana duran beş mahkeme beş ayrı ceza verebiliyor, aynı iddianame ile aynı suç iddiasından yargılanan kişiler için.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda tüm yurttaşlara tanınan hak ve özgürlüklere “herkes”in sahip olduğu yazar. Kimi istisnalar vardır. Herkesin içinde olan ama onun dışına da konabilen işçiler için örneğin, koruyucu güvenceler getirilmiştir. Onlar herkes ifadesi ile başlamaz, işçiler diye başlar. Kadınlar, çocuklar için de böyle güvenceler vardır anayasada. Sosyolojik ve siyasal olarak herkesin içinde yer almayan, egemenin dışlama mekanizmalarının çarklarında olan halk kesimleri için güvenceleri yaratan şey de eşitlik mücadeleleridir. Oy hakkı verilmeyen Fransız kadınlarının etkileyici sloganı, “Fransız kadınları Fransız mıdır?” sorusunda olduğu gibi, işçiler herkesin içinde midir, kadınlar, Kürtler, LGBTİ bireyler… Egemenlik çemberi genişledikçe herkesin çeperi küçülür.
HUKUK MÜCADELESİ NE ZAMAN SİYASALLAŞIR?
İşte hukuk mücadelesi, herkesin çeperini genişleten bir hak mücadelesine dönüştüğünde siyasallaşır. Çünkü yeni bir hukuk düzenini yaratmayı önüne koyar. Çünkü herkes ile herkesin içine giremeyenlerin arasındaki boşluğa oturur. Bugün mahkemeye başvuru hakkı olmayan, herhangi bir hukuk prosedürünün içine sokulmadan meslekten men edilmiş ben örneğin, herkesin içinde miyim sorusunu sorduğumda siyasal bir soru sormuş olurum. Bunun için aradığım yollar hukuk prosedürlerini de siyasal alanları da katetmek zorundadır. Siyahların 1960’larda ABD’de yükselttiği mücadele belki de en iyi örneğidir bu mücadele biçiminin.
Burjuvazi, on sekizinci yüzyılın son çeyreğinde Fransa ve Amerika’da çok büyük bir iş başardı. Fransa’da zümreler meclisinde soylu ayrıcalıkları üzerine kurulmuş düzeni eşitlik talebi ile yıktı. Sayısı çok az olan soylu ve rahip meclislerinin istedikleri her kararı kendi ayrıcalıkları lehine çıkarabilecekleri meclisler düzenini eşitlik talebiyle ve eşit yurttaşlık kurgusu ile parçaladı. Böylece eşit yurttaşların herkesi gözeten evrensel ve genel kurallar olarak çıkaracakları “yasa” kavramı ortaya çıktı. 'Üçüncü Sınıf Nedir?' adlı etkileyici broşürün yazarı Sièyes ulusu aynı yasama meclisi altında yaşayanlar ifadesi bu nedenle tanımladı. Peki bu evrenseli temsil eden, kurgusal herkes kimdi? Erkekler, belli bir vergi veren aktif yurttaşlar. Nüfusun çok küçük bir kesimi. Burjuvazinin yaptığı büyük iş, evrensel olan ile kendi çıkarı arasındaki çelişkiyi herkes adına konuşarak ve kendi çıkarını bu kalıp içinde dile getirerek çözmekti. Rasyonel müzakere ve açıklık ilkelerinin arkasında burjuvazinin çıkarının gölgesi vardı. Bu çıkar ne zaman büyük bir krizle tehdit edilse herkesin alanı olabildiğince daraltıldı. İkinci Savaş sonrası faşist rejimler en tipik örneğidir bu burjuva mekanizmanın.
KUTUPLAŞTIRMA MI DEDİNİZ?
İşte sınıf mücadelelerinin, toplumsal mücadelelerin, kadın mücadelesinin “herkes”in çemberinin içinde yer almayan herkesin mücadelesinin zemini bu boşluk oldu. Evrensel yasa ile o yasaya sığmayan tekilin arasındaki boşluk. Bu boşluğa yerleşen her hukuk mücadelesi, bu anlamıyla siyasal, her siyasal mücadele de yeni bir somut hukuk yaratma amacı bakımından hukuksal bir anlam taşıyor.
Türkiye’de inşa edilmeye çalışılan pazarlık devleti, “hukuksuzca” kamu hizmetine alınmayan hekimlerin çalışması için onlardan haraç almaya yönelik bir kanun teklifine bile şahit oldu biliyorsunuz. Tek tek kişilere ilişkin kanunlar var artık. Örneğin benim ve yüzlerce arkadaşımın adı bir kanun artık. Benim için çıkarılmış, Anayasamızda herkese verilmiş hakları kısıtlayan bir kanun var. Anayasa’nın kamu hizmetine girme hakkım, seyahat özgürlüğüm, çalışma özgürlüğüm, ifade özgürlüğüm…
Daha da ilginci bu kanunu kaldırma yetkisi, de kanunu şehvetle oylayan parlamentoya değil, pazarlık sonucu kurulmuş bir idari komisyona bırakılmış. Buna hukuk denebilir mi artık, burjuvazinin başardığı o büyük iş bakımından, açıkça, çok açıkça denemez. Peki boşluğun, yani mücadele zeminin bu düzeyde açıldığı bir noktada prosedürel mücadele artık siyasal mıdır? Ya da somut bir hukuk düzeni kurmayı, kurumlar yaratmayı amaçlamayan bir mücadele biçimi tahayyül edilebilir mi?
Mücadelenin öznelerinin bir avantajını da görmek gerekir, bunu büyütmek gerekir. Krizi bu kadar açık hale gelmiş, kendi çıkarını artık herkesin dolayımından geçirmesi mümkün olmayan, boşluğu sürekli büyüten bir siyasal iktidar var. Bu nedenle polisin herkesin gözü önündeki tacizinin arkasında durabiliyor, bu nedenle domates satan esnafı terörist ilan edebiliyor, bu nedenle yine camide bira içtiler benzeri bir kampanyanın parçası olabiliyor. Kutuplaşma değil, boşluk büyüyor, hukuksal ve siyasal zeminimiz o boşluktaki herkes için hukuk yaratmak, kurumlar yaratmak artık. Kolay değil, ama mümkün ve kısa bir zaman sonra zorunlu hale gelecek. Bugün bu imkanı politikleştirmeyenler için, zorunluluk dönemi de çok zor geçecek.