Devlet hayatında genel ve yaygın bir ciddiyet kaybı var. Ciddiyet yitimini en çok hissettiğimiz alanlardan biriyse hukuk. Biz ciddiyeti genel anlamıyla güvenilir olmak veya bir önem taşımak şeklinde kavrarız. Ciddi kelimesi bir sıfat veya zarf olarak eklendiği bütün cümlelere hayati olmakla ilgili bir boyut katar. Bazen bir durumun vahametini, bazen söz konusu olanın şaka değil gerçek olduğunu, bazen de bir insanın ne kadar ağırbaşlı olduğunu anlatmak için ciddiyet kavramına başvururuz. Ceza davalarında yargılanan insanlar kelimenin tüm anlamlarıyla ciddiyete ihtiyaç duyarlar. Çünkü burada tartışılan konu insan özgürlüğüdür. Birinin özgürlüğünü elinden alan aslında onun hayatını da elinden almış demektir. Zaten o kişinin hayatına dair bir tasarısı olmayan, neden onun özgürlüğüne kastetsin ki? Yani bir insanı hapse tıktığınız her durumda, onun hayatının hapis süresine eş olan kadar kısmına da el koymuş olursunuz. Hayat ile özgürlük arasındaki bu denklik en kesin ifadesini ceza hukukunun müebbet hapis ile idam cezası arasında kurduğu eşdeğerlikte bulur. Her ceza davasında şu veya bu ölçüde insan hayatı söz konusudur ve mesele son derece ciddidir.
Fakat ne yazık ki halen sürmekte olan veya artık hükme bağlanmış kimi ceza davalarında olması beklenen ciddiyetin hiçbir emaresine rastlayamıyoruz. Söyler misiniz lütfen, askeri darbe olasılığını tartıştı diye Ahmet Altan’ı 15 Temmuz’un suç ortağı olarak hapiste tutmanın neresinde ciddiyet var? Ülkede milyonların katılımıyla gerçekleşen bir toplumsal hareketi tek başına sevk ve idare ettiği iddiasıyla Osman Kavala’yı tutuklamak size de şakaymış gibi görünmüyor mu? Siyaseten meclisin üçüncü büyük partisinin eski genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ı terör destekçiliğinden mahkum etmekten daha ağır ve daha vahim ne olabilir? Hukukta en çok “ciddiye” almamız gereken şey hukukun kendi krizi veya hukuki gerçekliğin yaşadığı aşırı değer kaybıdır. Söz konusu değer kaybını çözümleyecek formülü de yine bu kriz dinamikleri bize veriyor: Hukuk sürecinde güvenilirlik davanın taşıdığı önemle ters orantılıdır. Dava konusu siyaseten ne kadar önemliyse yargı da o ölçüde güvenilir olmaktan çıkıyor. Güvenilirliğin ölçütü olan deliller veya hukuki argümanlar bu formülün gerektirdiği ölçüde değer kaybına uğruyor.
Şimdi elimizde bu gibi davalarda insanların üzerine atılı suçların, yazılmış iddianamelerin ve davaya bakan mahkemelerin değişen dinamiklerini anlamaya yarayacak bir formül bulunuyor. Davaya verilen önem ile yargının güvenilirliği arasındaki etkileşimi betimleyen ters evrim sürecinin somut bir örneğini Deniz Yücel’in yargılandığı davada buluyoruz. Yücel ilk başta Redhack eylemleriyle bağlantılı olduğu iddiası üzerinden gözaltına alınmıştı. Ancak sonraki yargı sürecinde ve iddianamede bu bağlantının sözü bile edilmemişti. İddianamede Yücel gazetecilik görünümü altında terör faaliyetlerini desteklemekle suçlanıyordu. Suçlama, “PKK/KCK, DHKP-C, MLKP, El Kaide, FETÖ, DAEŞ” gibi örgütlerin işbirliği içinde oluşturduğu bir terör atmosferinde yayın yoluyla propaganda yapma iddiasına dayandırılmıştı. Değişik şartlar altında birbiriyle rekabet eden, hatta savaşan örgütlerin tümünün Yücel tarafından ayrım gözetilmeden desteklendiği iddiasına inandırıcılık kazandırmak için Die Welt’in İstanbul temsilcisi olarak yaptığı haberler ve yazdığı yazılar üzerinden “halkı kin ve nefrete tahrik ve terör propagandası” yapmak argümanı geliştirilmişti.
Deniz Yücel aleyhindeki suçlamalar ziyadesiyle abartılıydı ve ciddiyetin kaybolduğunun ilk işareti abartmaktır. Zira ciddiyet hayati bir tehdide yöneldiğinden kendi konusuna odaklanmayı sağlayacak minimalist bir tutum içinde olmayı gerektirir. Tartışmayı daraltmaya, amacı belirginleştirmeye ve çözümü netleştirmeye hizmet etmeyecek olan şeyler “gayriciddi” bulunduğu için konu dışı tutulurlar. Oysa abartmak ciddiyetten ayrı olarak dikkatli seçimler yapmaya veya özenle yoğunlaştırılmış argümanlar geliştirmeye dayanmaz. Çünkü maksadı elinde tuttuğu hayatı korumak değil, onun sınırlarını manasız ve tehlikeli bir şekilde ihlal etmek, artık geri dönülemez bir şekilde onu geride bırakmaktır. Mevcut ceza davalarında bu sınırların aşıldığı yerde uluslararası pazarlıkların, istihbarat operasyonlarının ve seçim hesaplarının boy verdiğini görüyoruz. Nitekim Alman hükümetinin gösterdiği hassasiyetten dolayı Yücel kolaylıkla uluslararası ilişkilerde bir pazarlık maddesine dönüştürülmüş, referandumda yürütülen evet kampanyasında “Alman ajanı”, “ajan terörist” (ne demekse?) veya “Merkel’in cici çocuğu” gibi sıfatlarla bir seçim kozu olarak kullanılmıştı. Suçlamaların abartılı mahiyetine rağmen bir aşamadan sonra hukuki ciddiyetle bağdaşmayan bir şekilde tutuksuz yargılanmasına karar verilmiş, yurt dışı çıkış yasağı dahi konmadığı için Almanya’ya kendi isteği dışında geri gönderilmişti.
O halde hukuk ciddiyetten kaybettikçe iddialar abartılı bir hal almakta, suçlamalar büyüdükçe karmaşıklaşmakta ve mantıksızlaşmaktadır. Zira amaç bazen eldeki bir kozu kaçırmamak, bazen bir siyasi muarızı etkisizleştirmek, bazen de bir aktivisti veya aydını pasifize etmektir. O yüzden gerçek dünyada yeri olmayan, mümkünün sınırları ötesinde duran kompozisyonlar veya işbirlikleri iddianamelere girebilmekte ve kendinde özgü bir hukuki gerçeklik düzlemi yaratmaktadır. Mesela iddianamelerde “PKK ve DAEŞ” aynı olayın içine sokulabilmekte, hak savunuculuğu ve terör, gazetecilik ve casusluk, siyaset ve şiddet arasındaki bütün ayrım çizgileri ihlal edilmektedir. Ceza davalarında herhangi bir şey ile suçlanmanın mümkün olmasının vahameti hukukun kaybetti güvenilirlik ve değerle bir arada ciddiyetsizliğin dalga dalga toplumun kılcal damarlarına sirayet etmesine yol açıyor. Varmış olduğumuz noktada artık insanlar hiçbir şeye hayret etmiyor, her şeyi mümkün görüyor. Bugün boşanma davasından müebbet hapis cezası çıktığı haberini okusa “Şaşırdık mı?” diye tweet atacak on binlerce insan var. Oysa şaşırmak hakikate götüren yolun ilk adımıdır, çünkü şaşırmak dünyanın en ciddi işidir.