Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana, dünyadaki savaş
kavrayışının (ve elbette tahayyülünün) en baskın teriminin ‘terörle
mücadele’ olduğu malum. Bu özel ‘mücadele’ biçiminin Batı açısından
şok edici görünümleriyle de Guantanamo ve Ebu Gureyb aracılığıyla
karşılaşılmıştı. Ortada bir ‘savaş’ olmadığı için, sağ
yakalananların savaş esiri olmak bakımından hakları da yoktu. Onlar
alıkonulanlardı ve kendilerine her şey yapılabilirdi; terörle
mücadelede ‘sağ ele geçirilmişlerdi’. Üstelik Birleşik Devletler
kendi hukuksal yapısını da göz önünde bulundurarak, egemenlik
sahası içerisinde yer almayan bir yerde tesis etmişti
Guantanamo’yu; çünkü ABD topraklarında tutuklu olmanın da sırf bu
topraklar üzerinde bulunmak nedeniyle getirdiği sınırlı haklar söz
konusudur ve Guantanamo’da tutulanların bu düzeyde bile bir
hukuksal statüye sahip olmaları istenmemişti. Ebu Gureyb zaten ABD
egemenlik sahasının dışındaydı. Hukuk ile etik arasındaki
sınırların eridiği bu belirsizlik bölgesinde saf iktidar açığa
çıkıyor; bu da hapishaneyi görevlilerin zevkleri uyarınca
şekillenen bir laboratuvara dönüştürüyordu. Ebu Gureyb’de olup
bitenleri dünyanın duymasını sağlayan çavuş Samuel Provance da hem
açıklamalarında hem de mahkemedeki savunmalarında ‘etik ve dinsel’
bir alana gönderim yapıyordu, hukuksal alana değil.
Hukukun bizzat kendi sınırlarında eridiği bir istisna bölgesinde
hâlâ-insan kalabilmenin tek yolu, pozitif hukuka değil, etik alana
gönderim yaparak düşünmek. Çünkü hukuk sisteminin çoktan insan-dışı
olarak kodlamış olduğu ‘insanlarla’ karşı karşıyayken onlarla artık
hukuksal bir zeminden insani ilişki kurmanın olanağının koşulları
yoktur. Burada görevlilerin insanlaşmasının tek yolu muhataplarını
da insanlaştırmaktan geçiyor; çünkü insan bir ‘aralık’ varlığıdır;
o aralığa yerleşmesinin tek yolu bütüncül olduğunu varsaydığı kendi
iktidarına tutunmaktan değil, bilakis eksiltilmiş bir form ve
içerik olarak ‘insanlığı’, bir ‘aralık varlığı olarak insanı’
üstlenebilmesinden geçiyor. Hukuksal alan ile etik-dinsel alanın bu
türlü bir karşı karşıya gelişi ise doğrusu, bizleri bütün bu
konular üzerine yeniden düşünmek zorunda bırakıyor. Öncelikle nedir
bu ‘aralık’?
Neredeyse bütün felsefi projesini Platon’u güncellemeye
vakfetmiş olan Badiou, işin derinlerinde, trajik bilincin ölçülü
olma buyruğunu güncelliyor. Ölçülü olmak, yani bir tanrı olmadığını
bilmek, fakat aynı zamanda insan olarak gerçekleştirmekten sorumlu
olduğu potansiyellerini de ihmal etmemek; geriye düşmeden, aşırıya
kaçmadan… İşte bu ‘aralıkta’ konum almaya çağrı yapar hem trajik
bilinç, hem de önce Sokrates, ardından Platon… Yani insan doğulmaz,
insan olmak üstlenilir. Etik, politik, hatta ontolojik bir kararla…
Ölçülü ol! Her şeyi söylemek, her şeyi anlamak zorunda değilsin.
Her şeyde en doğrusunu söylemek zorunda hiç değilsin. Kadim buyruk
bu. Ama ölçü şaşarsa… İşte son 7-8 senede Türkiye’de olup bitenler…
Ölçünün şaştığı yerde geriye kalan tek ölçü, tek tek insanların
kendi benlikleridir. Kamusal alan yoktur; ilişkiselliğin
belirleyici olduğu bir zemin yoktur; yalnızca iki benliğin karşı
karşıya geldiği, kimsenin altta kalmaya niyetli olmadığı,
zehirleyici karşılaşmalara dönüşür bütün hayat. Bunun ne türde bir
eleştirinin konusu olduğunu, tek başına ve biricik bilmesinde
Oedipus’un ya da onur denilen şeyin biricik ölçütü olarak kendisini
öne sürdüğünde Ajax’ın düştüğü durumlara ilişkin oyunlarıyla
Sofokles’ten okumak mümkün. Her ikisi de tiran kişiliğin oluşumuyla
ilgili, güncelliğini hiç kaybetmeyecek iki metin… Tiran kişiliğin
ahlaki haritasını, haksızlığa uğramışlık duygusuyla Ajax, bilgi
biçimini ise kendi biricik bilmesine kimseyi ortak etmeyişiyle
Oedipus ortaya koyuyor. Ve evet, artık Homeros metinlerindeki büyük
kahramanlarla karşı karşıya değiliz bu metinlerde; çünkü
kahramanlar Tanrısal niteliklidir, oysa bize ölçü gerek.
Bu ölçüyü hukukun kendisinden çağıramadığı için etik ve dinsel
koordinatlara gönderim yapıyordu Çavuş Provance. Hukuktan
çağıramamasının nedeni ise zaten hukukun sıfır noktasında, istisna
bölgesinde bulunmasıydı. Egemen güç, öyle bir uzam yaratmıştı ki
normalde insanlık dışı olarak görülecek şeyler, makbul ve makul
davranışlar olarak sergilenebiliyordu. Kendilerini orada bulunan
tutukluların tanrısı zanneden, kadir-i mutlak bir iktidarın
uygulayıcıları olarak belirivermişlerdi. Bu da en modern iktidar
uygulamalarında dahi teolojinin nasıl da iş başında olduğunun bir
örneği olarak başka bir yazının konusu olsun. Çok fazla sayıda
dindarın şirk koşmaktan en çok korktuğu varlığın Tanrı değil,
devlet olduğunu söyleyelim şimdilik. Sezgisel ya da duygusal pek
çok itirazın etik-dinsel nitelikli olmasının da nedeni bu. Provance
örneğinde olduğu gibi.
Hukukun dışına çıkarılmış bir istisna bölgesinde ‘görevli’
iseniz, karşınızda hukuksal-siyasal statüsü bakımından ‘insan’
varlıklar değil, hukukun dışına atılmış, bu nedenle de kendilerine
her şeyin yapılabilir olduğu varlıklar çıkar. Ama tabi kimin insan
olduğuna, kimin olmadığına kim karar veriyor? Ah, bütün bu işler
olup bitmezden önce, Siyasal'daki derslerimizde Mehmet Ali
Hocamızın kitabından izlerdik siyasal düşünceler tarihini.
Ciltlerden birinin adı Tanrı Devletinden Kral Devletine idi. Eskide
kalmış şeyler olarak yer ederdi imgelemimde bunlar. Bugün ‘tanrı
devleti’ bile değil, bizzat Tanrı-Devlet çağında gibiyiz. Çünkü
hukukun dışına atılmış bir insanın karşısında herkes mutlak egemen
güç olarak belirir. Elbette bunun zevkle ilgili bir boyutu da var.
Burada nasıl bir arzu mekanizmasının işlediği hususunda Hania
Nashef’in ufuk açıcı yazısını önereceğim.
Karşısında herkesin mutlak egemen iktidar olarak belirebildiği
figürdür ‘terörist’. Hukukun sıfır noktası… Sağladığı kadir-i
mutlak iktidar alanı nedeniyle de bütün yurttaşlar potansiyel
teröristlere dönüştürülmüş durumda. Çünkü bir ‘terörist’ karşısında
hukuku işletmeye gerek yoktur; ona her şeyi yapabilir, hiç kimseye
de hesap vermezsiniz bunun için. Ama herkesin bu ‘figür’ karşısında
mutlak egemen kesilmesi, bütün toplumun bir istisna bölgesine
dönüşmesi anlamına geliyor. Herkes potansiyel terörist… Öyle bir
egemen güç ki bu, neredeyse herkes, neredeyse herkes karşısında
mutlak iktidar olarak belirmek istiyor. Devlet şiddet tekelini
paylaştığı için değil, bu türlü bir zeminden yükselen bir topluluk
kendisini ancak bir corpus misticum olarak, bir mistik gövde olarak
ortaya koyabileceği için… Bu topluluktan olmayanlar, işte onlar
kendilerine her şeyin yapılabilir olduğu ‘potansiyel teröristler’
durumundalar.
Birini ‘terörist’ olarak kodlamak, onunla hem bir çatışma
ilişkisi tesis etmeye, hem de onu hukukun dışına atmaya imkân
tanıdığı için bu kadar işlevsel bir terime dönüştü ‘terörist’. Bu
durum, devlet geleneği hakkında da pek çok şey söylüyor aslında. 80
öncesi Türkiye sol hareketleri için kullanılan sistematik sözcük
‘anarşi’ydi; bunun nedeni onları düzen-kuruculuk bakımından
kendilerine rakip görmeleriydi. Ülkenin son kırk yılına damgasını
vuran “düşük yoğunluklu iç savaşın” (tabir Yalçın Küçük’ün) temel
terimi ise ‘terörist’ olageldi. Bu da onları mutlak-düşman olarak
gördükleri, fakat hiçbir hukuksal statü tanımayan bir ‘savaş’
paradigması tesis ettikleri anlamına geliyor. Hukukun sıfır
noktasına yerleştirilmiş bir figür… Fakat unutulan bir şey vardı;
bir yerde her şey mümkünse her yerde her şey mümkündür (bu hususta
sanırım Robert Musil’in Genç Törless’i kadar açıklayıcı pek az
metin vardır).