Cemil Oktay, ‘Hum’ ve iktidar üzerinde duruyor. İktidarlar, danışılması gereken ‘onlar’ı nasıl algılamıştır? Osmanlı’da ‘onlar,’ Batı'dan farklı olarak bireyleşmemiş ve doğup büyüdüğü etnik/dini cemaatler tarafından şekillendirilen insanlardan oluşmaktaydı.
Veşawir’hum fi’l-amr: “Bir hüküm verirken, bir şey yaparken onlara danışınız.” (Al-i İmran Suresi)
Bugün, özellikle alanımızda çalışan genç meslektaşların haberdar olması dileğiyle, bir kitap bölümünden/makaleden söz edeceğim. Ancak fırsat bu fırsat, bölümün konusu olan 1876 Kanun-u Esasi üzerinde çok kısaca durmak yararlı olabilir.
Osmanlı-Türk anayasa tarihi anlatımı, III. Selim’e şöyle bir değinilse de, genellikle II. Mahmut ve Sened-i İttifak ile başlatılır. Tarih 1808 ve sultanın yetkileri ilk kez bir senetle sınırlanmıştır. Kral (Yurtsuz) John ile baronlar arasında imza edilmiş 1215 tarihli Magna Carta Libertatum ile karşılaştırmak adetten olsa da, 600 yıllık bir gecikme söz konusu! 19'uncu yüzyılda Batı’da burjuvazi egemenliğini ilan etmiş ve merkezi devlet (feodalite ve kilise karşısında) güçlenmişken, Osmanlı’da ‘Senet’ ayanlarla imzalanmıştır ve merkezi derebeylikler lehine sınırlayan bu olay, ‘tersine oluşum’ olarak adlandırılır. Nitekim II. Mahmut, imzalamak zorunda kaldığı Sened’i çöpe atmış, kendisini mecbur bırakanları ‘halletmiştir!’ Ortaylı’nın ‘İmparatorluğun en uzun yüzyılı’ olarak tanımladığı 19'uncu yüzyıl, Osmanlı’nın bir yandan modern devlet kurumlarıyla tanıştığı, diğer yandan ‘yarı sömürge’ haline geldiği dönemdir. Fransız Devrimi’nin yaydığı milliyetçilik, imparatorlukların dağılması, yeni devletlerin ortaya çıkması, Sanayi Devrimi etkisiyle pazarlara duyulan gereksinim...
Sened-i İttifak’ı bir yana koyarsak, yüzyılın gerçek anlamda ‘anayasal’ sayılabilecek ilk belgesi 1839 tarihli Tanzimat Fermanı. Sonrasında, başka fermanlar da var ama herhalde en bilineni ve önemlisi Kırım Savaşı ardından ilan edilen Islahat Fermanı. Özellikle kişi hakları konusunda Batılı norm/güvencelerin kabul edilmeye başlanması. İlk anayasa ise siyasal İslamcılar’ın gözde sultanı II. Abdülhamit döneminde kabul edilen, 1876 tarihli Kanun-u Esasi. Yeni devletlerin ve anayasaların ortaya çıktığı bir yüzyılda, Çarlık Rusya henüz mutlak monarşiyle yönetiliyorken Osmanlı’nın meşruti (şarta bağlanmış) monarşiye geçmesi ve bir parlamentonun kurulmuş olması, yabana atılacak bir gelişme değil kuşkusuz. Medreselilerin ayaklanması ardından Abdülaziz tahttan indirilmiş (ilk darbe!) ve yerine ruhsal rahatsızlığı olan V. Murat geçirilmişti. Bu arada ‘meşrutiyetçi’ Mithat Paşa bir anayasa taslağı hazırlığına başlamıştı ve 93 gün tahtta kalabilen V. Murat’ın indirilmesi için gerekli olan fetvanın alınmasıyla, (meşrutiyet sözü veren) veliaht Abdülhamid ile anlaşarak tahta çıkmasını sağladı. Burada, Bülent Tanör’ün (B. Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı eserinden) Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri’nde yer alan şu değerlendirmesini alıntılamakta yarar var: “...anayasacı atılım, yalnız Mithat Paşa grubunun çabalarıyla açıklanamaz; salt bunların eseri olarak ele alınamaz. Tanzimat’tan beri gelişen, yönetici seçkinleri ve aydın çevreleri saran özgürlük ve meşrutiyet düşüncesi artık oldukça yaygın ve örgütlü bir muhalefet hareketi niteliği kazanmıştı.” Nitekim Bbatılılaşma hikâyesini anlattığı eserinde, Tarık Zafer Tunaya da (Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri), Genç Osmanlılar’ı ‘yaygın muhalefet’ niteliğinde bir hareket olarak tanımlar. Dolayısıyla, olup bitenin tek başına Mithat Paşa etkisi olmadığını hatırlatmakta yarar var. Ağustos ayında padişah olan II. Abdülhamit anayasa hazırlığı için 28 kişiden oluşan bir komisyon (Cemiyet-i Mahsusa) kurulmasını sağlamıştır. Sultan’ın anayasa hazırlığı sürecine katılması ve talep ettiği değişiklikleri yaptırabilmesi, anayasanın içeriğini ve kaderini belirlemiştir.
İlk anayasa Kanun-u Esasi, 23 Aralık 1876’da ilan edilmiştir.
Kanun-u Esasi, sultanın parlamento karşısında ölçüsüzce güçlü olduğu bir sistem kurmuştur. Taht, ‘ailenin’ en yaşlı üyesine aittir, ‘halife’ sultan kutsal ve sorumsuzdur. İki kanatlı bir meclis oluşturulmuştur: Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan. 1909 yılında gerçekleştirilen ve ‘heyetleri’ gerçek birer ‘meclise’ dönüştüren değişikliklerin ardından heyetler, ‘meclis’ adını almıştır. Başkanını da sultanın belirlediği Heyet-i Ayan üyeleri de sultan tarafından atanıyordu ve ömür boyu görevde kalıyorlardı. Heyet-i Mebusan (başkanı, önerilen üç üye arasından sultan tarafından seçilen) ise dört yılda bir yapılacak seçimlerle belirlenecekti. Toplanma zamanı, kasım-mart arasıydı. Anayasa, yasama yetkisini sınırlamakla kalmadığı gibi, parlamentoyu yasa çıkarabileceği konularda da serbest bırakmamıştır. Yasa çıkarmak için sultanın izni gereklidir! Diyelim ki o izni verdi, yasayı hazırlayacak olan, Şura-yı Devlet (Danıştay). Peki bu zorlu sürecin sonunda yasa hazırlanıp meclisten geçti diyelim. Yürürlüğe girmesi için bir de sultan onayı gerekli ve tahtın mutlak veto yetkisi var. Görüldüğü üzere, yetkileri kuşa çevrilmiş bir parlamentodan söz edilebilir ancak. Kişi hakları konusunda yüzyılın başından itibaren kazanılan haklar sayılmakla birlikte, güvence mekanizmalarının bulunmayışı ve özellikle meşhur 113'üncü madde, sayılanları da anlamsız hale getiriyordu. 113'üncü madde sultana, hükümet aleyhine çalıştıkları tespit edilen (polis soruşturmasıyla!) kişileri sürgün etme yetkisi vermiştir. Gerisini tahmin etmek zor olmasa gerek! İlk sürgüne gönderilenler, henüz meclis açılmamışken, anayasayı hazırlayanlardan Namık Kemal, Ziya Paşa ve anayasanın mimarı Mithat Paşa olmuştur.
Seçimlerin ardından Meclis Mart 1877’de toplanmış, Abdülhamit, Heyet-i Mebusan’daki ‘sert’ hükümet (ve ardından sultan!) eleştirilerine 56 toplantı günü tahammül ederek Haziran’da ‘fesih’ kararı almıştır. Anayasaya göre seçimler altı ay içinde yapılarak yeni meclis toplanmış, Aralık 1877’de toplanan Meclis de bir önceki gibi sert eleştiriler yöneltmeyi sürdürünce, Abdülhamit bu kez meclisi ‘tatile’ göndermiştir. Fesihten farklı olarak, tatile gönderilen parlamentonun yeniden toplanması için sultanın daveti (irade-i seniye) gerekiyordu. II. Abdülhamit, tam “30” yıl boyunca (1908 II. Meşrutiyet’e dek) meclisi toplantıya çağırmamıştır! Ezcümle, ‘askıya’ alınmış bir anayasa söz konusudur. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’in ardından 1909 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle, 1876 Kanun-u Esasi’nin içeriği kapsamlı bir biçimde değiştirilmiş ve 1909’dan, 2017 yılındaki anayasa halkoylamasına dek toprağımızda güçlü olan, her zaman ‘meclis’ olmuştur.
Bugün hatırlatacağım (ya da haberdar edeceğim) kitap bölümünün başlığı, “Hum Zamirinin Serencamı;” Siyaset bilim hocası Cemil Oktay’ın aynı adlı makaleler toplamı kitabında. Bağlam Yayınları’ndan 1991’de çıkmış bir derleme. (Makale ilk olarak, Mülkiyeliler Birliği Vakfı yayınlarından yayınlanan “Bahri Savcı’ya Armağan”da (1988) yer almıştır.)
Bu ilginç anayasa/tarih okuması denemesinin amacı, ‘tarihimizde bir milat olan Kanun-u Esasi’nin hazırlık aşamasında tartışılanları bilmek ve anayasanın ilanına yönelik muhalefetin özelliklerini ortaya çıkarmak,’ olarak açıklanıyor. Oktay’a göre, anayasacılık hareketine karşı yürütülen muhalefetin anlaşılması yalnızca Birinci Meşrutiyet rejiminin neden çok kısa soluklu kaldığı sorusunu yanıtlamakla kalmayacak, aynı zamanda siyasal üslubumuzun derinlerde yatan özelliklerini de sergileyecektir. Başlığa ilişkin sözü Cemil Oktay’a bırakayım:
“Kanun-u Esasi üzerindeki en hararetli tartışmaların sonuçta bir gramer tartışmasına dönüşmesi, günümüzde belki birçok kişiye yadırgatıcı görünebilir. Ne var ki, ‘Hum’ zamirinin kimleri belirlediği sorusunun yanıtı, tartışmaların en can alıcı noktasını oluşturmuştur... ‘Hum’ zamiri tartışması nereden kaynaklanıyordu? Al-i İmran Suresi’nde ‘Veşawir’hum fi’l-amr’ denilmişti... bu Kur’an sözündeki ‘onlar’dan kimlerin anlaşılması gerektiğine gelince, yaklaşımlar o denli farklı olabiliyordu ki, taraflardan birine göre diğeri, en ölçülü deyişle ‘fesat erbabı’ydı.”
Malumunuz, tarihimizin hiçbir döneminde ‘fesat erbabı’ yokluğu sıkıntısı çekilmemiştir! Aynı zihniyetin hayli zengin çeşitlemelerine günümüzde de her Allah’ın günü tanık oluyoruz. Yazar, Kanun-u Esasi tartışmalarında kimlerin birbirine fesat erbabı muamelesi yaptığını, güç dengelerindeki değişimin, fesat erbabının kimler olduğu konusundaki algıyı nasıl bir anda farklılaştırdığını örneklerle anlatıyor. Belki de en çarpıcı olanı; Mithat Paşa’nın, anayasa hazırlığı sürecinde muhalifleri ‘muhakemesiz’ İstanbul dışına sürgün etmeyi istemesi. Yukarıda anlatıldığı gibi aynı Mithat Paşa, hazırladığı anayasanın 113'üncü maddesine dayanılarak ilk sürgün edilenler arasında yer almıştır!
Cemil Oktay, ‘Hum’ ve iktidar üzerinde duruyor. İktidarlar, danışılması gereken ‘onlar’ı nasıl algılamıştır? Osmanlı’da ‘onlar,’ Batı'dan farklı olarak bireyleşmemiş ve doğup büyüdüğü etnik/dini cemaatler tarafından şekillendirilen insanlardan oluşmaktaydı. Yazar’ın ifadesiyle, “...birey, toplumsal statüsünden bağımsız değerlendirilen bir varlık değildir.” 1839’dan itibaren fermanlar, her ne kadar belli hak ve özgürlükler konusunda Müslüman-Gayrimüslim arasındaki eşitliğin sağlanacağından söz etmiş olsa da, yerleşik değerlerin dönüşmesi kolay değil. Hâl böyleyken ‘Hum’ kimlerdir? Müslümanlardır. Kuşkusuz tüm Müslümanlar değil, danışılmaya değecek olanlardır:
“...gramer tartışmasının altında yatan asıl neden de işte bu çatışma oluyor. ‘Hum’u yalnızca Müslümanlarla sınırlandırmak ya da ‘Hum’dan dinsel cemaati ne olursa olsun bütün ahaliyi anlamak, zihniyet farklılıklarına göre belirlenen değişik yorumlardı. Bu arada, kafalarda kimi belirliyor olursa olsun, ‘onlar’a danışma fikrini bile zor benimseyenler vardır...”
Yazarın burada söz ettiği müteredditler, Fetva Emini Halil Efendi nevi, Abdülaziz’in ‘halledilmesi’ için çarşaf gibi fetva vermeye hazır, buna mukabil halkın eğilimlerinin dikkate alınması konusunda ürkek iktidar çevresidir. Halil Efendi, anayasanın tartışıldığı komisyonda şöyle diyor: “Siz devlet adamlarısınız. Cümleniz akıllı ve umurdidesiniz. Anadolu’nun, Rumeli’nin birtakım cahil insanlarını toplayıp da onlardan rey veya tedbir mi alacaksınız?” Yazar’ın altını çizdiği gibi, Fetva Emini’nin bu sözleri, hükümet etmek için temsil yeteneği değil malumat sahibi olmak gerektiğini savunan güçlü bir geleneğin yansımasıdır.
O gelenek içinde yürütülen siyasette, hiçbir zaman ‘Hum’un yeri olmamıştır.
Yazar, kısa buna mukabil zengin makalesinde, Kanun-u Esasi’ye taraf ve karşı olanların gerekçelerini, Meşrutiyet’in ‘Şeriat’a’ uygun olup olmadığı tartışmalarını, anayasanın kabulü ile ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma’ ülküsünün de gerçekleşebileceği yönündeki kanaati, gerek Gayrimüslimlerin gerekse ‘cahil’ halkın ‘Hum’ içinde kabul edilmesine yönelik direnci anlatıyor. Makalesinin sonunda, önceki dönemin sürgün taraftarlarının kendilerinin, koşullar değiştiğinde nasıl sürüldüğünü hatırlatmasının ardından, bugünü ilgilendiren şu anlamlı soruyla bitiriyor:
“... (sürgünleri kastederek) monist ve totaliter siyasal geleneğin, hele ünlü hikmet-i hükümet anlayışının çok sıradan doğal bir uzantısı idi. Öyle bir doğal miras ki, ‘onlar’ın kayıtsız şartsız egemenliğini’ ilan eden bir dönemde bile, gücünden hiçbir şey yitirmeksizin, dahası güçlenerek sürüp gidiyor.”
Doğru söze ne denir?!
Bizlere, yani ‘Hum’a verilen değer nedir? Hum, tarihimiz boyunca iddia edildiği gibi çok mu cahildir hakikaten? Halkın cehaletinden kuşku duymayanlar, kendilerini o cehalet çemberinden çıkarmayı nasıl başardılar? Bunlar, 1876’da olduğu gibi bugün de güncel, üzerinde düşünülmesi gereken soru ve konular sanırım.
Hele ki, ‘ayaklar baş olmalı’ idealiyle iktidara geldikten yıllar sonra, ‘ayaklar baş olmak istiyor’ serzeniş ve kızgınlığını dillendirenlerin yönetiminde, daha da gerekli!
Okuma önerisi: Soli Özel’in, İran Devrimi’nin kırkıncı yılı münasebetiyle kaleme aldığı yazıların ikincisini, buraya bırakıyorum. Makalenin sonunda, ilk yazıya bağlantı var.