Humus

Antakya sadece bir şehir değil. Bir ruh. Taştan topraktan ibaret değil. Antakya bir insan şehri. İnsanı yücelten bir şehir. Dışarıdan bilen, onu çok kültürlü, çok dinli, hoşgörülü sözcükleriyle tanır. Antakya “bir mozaik” olarak anlatılır. Öyledir de. İskenderun, Arsuz, Samandağ ve Hatay’ın daha birçok şehri de öyledir. Ama içeriden bilenler için buralar yekparedir. Yekpare insandır. Antakya’yı sadece evlerini inşa ederek geri getiremeyiz. Belleğini de yeniden inşa etmemiz gerekir.

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

Antakya’nın eski çarşısının enkazında bir sağlık görevlisi, eliyle işaret ede ede anlatıyor: “Bakın, ben çocukken şurada oynardık. Büyüdüğümde şuradaki çay ocağında çalışmaya başladım. Şu dükkânı çok severim…” 

Gösterdiği yerlerin hepsi ya enkaz ya kırık dökük… Kalmamış. Ama karşımızdaki genç adam zihnindeki çarşının içinde dolaşarak anlatıyor. Şimdiki zamanda anlatıyor. Depremin ilk iki gününün anılarından, o anlarda yaşadıklarından biraz olsun uzaklaşmaya çalışarak anlatıyor. Sonra bizi çok iyi bildiği, kestirme bir ara sokaktan geçirir gibi enkazın zor bir yerinden geçiriveriyor. 

Çıktığımız noktada yan yana iki dükkân. Hâlâ ayaktalar. Aynı işi yapan dükkânlar. “Birbirleriyle hiç anlaşamazlar biliyor musun” diye anlatıyor. “Hep bir olay, hep bir hikâye.”

Enkazların arasında gezerken karşılaşmıştık onunla. Nöbetinden dönmüştü. O da kendi hatıralarının arasında geziyordu.

Vedalaşırken “sizin için yapabileceğim ne var” diye sordu. Hâlâ vakur, hâlâ mütevazı, enkazda bile ev sahibi… 

Bize yol tarif etti ve gitti.

Şehir hâlâ onun. Bu haliyle de onun…

*

Ben de onun gibi şimdiki zamanda anlatmak istiyorum.

Antakya, tanımayanın bilmeyenin idrak etmekte zorlanacağı bir şehir. 

Çünkü Antakya sadece bir şehir değil. Bir ruh. Taştan topraktan ibaret değil. Antakya bir insan şehri. İnsanı yücelten bir şehir. Dışarıdan bilen, onu çok kültürlü, çok dinli, hoşgörülü sözcükleriyle tanır. Antakya “bir mozaik” olarak anlatılır. Öyledir de. İskenderun, Arsuz, Samandağ ve Hatay’ın daha birçok şehri de öyledir. Ama içeriden bilenler için buralar yekparedir. Yekpare insandır. Bu şehirlerin muazzam bir insan birikimi vardır. 

O yüzden Antakya’yı sadece evlerini inşa ederek geri getiremeyiz. Belleğini de yeniden inşa etmemiz gerekir. Dışarıdan çokkültürlülükmüş gibi görünen ama içeride hayatın normal akışından ibaret olan o belleği de taş taş yerine koymamız gerekir. 

Yazarlar bunu iyi bilir. 

Taşrada en çok nereye imza gününe davet edilirler? 

Tiyatrocular bilir. Turnelere illa hangi şehirler dahil olur? Müzisyenler taşrada en çok nerelerde konser verirler? 

Antakya bu listenin en başında gelir. Diğer Hatay şehirleriyle birlikte.

Çünkü Antakya’nın belleği geçmişe takılıp kalmış bir bellek değildir. İnsanı okur, yazar, sorar, sorgular, sanat üretir, sanat tüketir. Bana göre, Türkiye’nin standartlarının çok dışındaki bu bellek de genişler genişler genişler… 

Enkazlar arasında sayısız kitabevi, sanat merkezi, atölye tabelası gözünüze çarpıyor. Parçalanmış duvar resimleri. Enstrümanlar. Her nasılsa ayakta kalmış duvarlarda, deprem sonrasına tarihli konser ve söyleşi afişleri.

Bu alanları hiç boş bırakmayan, aydınlık ve berrak bir şehirdir Antakya.

Yazarlar Antakya’yı iyi bilir. Umarım o belleği yeniden kurmak için kalemlerine sıkıca sarılırlar.

Sonra şarkılar, oyunlar, hatıralar… Hepsini tek tek ayağa dikmek gerekir. 

Bu çaba, hepimiz için vazifedir. Canını da malını da kaybetmiş bu yaralı halkın ruhunu tamir etmek için elimizden ne gelirse yapmalıyız. 

(Şüphesiz depremin korkunç yıktığı Kahramanmaraş, Adıyaman ve diğerleri için de; ben Antakya’yı ziyaret ettiğim için oraya dair yazıyorum).

*

Oralarda dolaşırken, tüm acıların, yıkımların ve felaketlerin yanında bana ayrıca dokunan iki görüntü var. Birincisi, enkazların arasında mahzun mahzun dolaşan kediler ve köpekler… Mahallelerini terk etmemeye kararlı, oturuyorlar. Bazen size şöyle bir bakıyorlar, bazen ayaklarınızın arasında dolanıp duruyorlar. Bir bakıma onlar da enkazı bekliyorlar. 

İkincisi, ağaçlar… 

Ağaçların hepsi ayakta. Kökleriyle tutunmuşlar, köklerine tutunmuşlar ve ayakta kalmışlar. Sessiz, dingin bekliyorlar. Gelecekteki Antakya’yı bekliyorlar.

Bekleyecekler. 

Canlar gitti. Evler ve işler gitti. Neredeyse bütün şehir gitti. Kalanlardan bazıları da şehirden gitti. Hayatlarını sürdürebilmek için gittiler. 

Ama duvarlara yazdıkları gibi ne olursa olsun dönecekler. 

Tüm Hatay’ı hatıraları ve belleğiyle yeniden inşa edecekler. Çünkü o ağaçlar gibi, onların da kökleri aslında bu toprağın ta içinde, derinlerinde.

*

Ağaçları fark ettiğimde, Türkiye’nin son Ermeni köyü Vakıfköy’de söylenen bir söz takılıyor aklıma… “Kim göçecek, göçen ne zaman dönecek sizce” diye sorduğumuzda söylenmişti:

“Biliyorsunuz, buraların humusu başkadır. Humus her yerde yapılır da Hatay’da başkadır. Neticede reçetesi duruyor. Yine yapılacak. İnanıyorum ki yine çok güzel yapılacak ve yine biz yapacağız.”

Humus… Hakikaten Hatay’da başkadır. Ama esas başka olan buraların insanı, ruhu.

İlginç bir karşılaşma... Humus sözcüğünün izi, bölgenin kadim dillerinden Aramice’deki, Süryanice’deki “nohut” sözcüklerine dek sürülebiliyor. 

Ama bir de Latince’deki “humus” var. “Toprak” demek humus. İnsan yani “human” da toprak anlamındaki humustan türemiş. “Tevazu” demek olan “humility” de. Latince, toprağa bağlılık, yere sağlam basma ile mütevazılık arasında bir ilişki kurmuş. Anlatmaya çalıştığım o yekpare insan Antakya’yı bence farklı dillerde farklı geçmişlere sahip tek bir sözcük, sonsuz bir çağrışımlar zinciriyle tarif ediyor. Humus. 

Hayat bazen böyle ilginç kesişmeler getiriyor işte.  

Humus. Toprak. İnsan. Ruh. Kökler… Geri dönecekler. Yine kuracaklar. 

Tüm yazılarını göster