Boğaziçi Apartmanı’nda okudum “Her Dağın Gölgesi Deniz’e
Düşer”i, Evrim’in. Evrim Alataş’ın.
Kitap hakkında bir şeyler söyledim, söylediklerimden pek de emin
olmadan bir şeyler söyledim aslında. Evrim’in nerede yaşadığını,
gündelik hayatını, ne yiyip ne içtiğini bilmiyordum. Buna lüzum da
yoktu elbette. Sonra bir gün, gerçeküstü filmlerden çıkmış bir gün
yaşadım Ankara’da. “Terzi” üzerinden anımsadığım Dikimevi’ne,
askerlik şubesine tecil bozmaya gittim. Böyle manasız bir hareket
yapmazsam, asla askerlik denen şeyi yapamayacağıma kanaat etmiştim.
Ve biraz da metafiziğe hürmetle. Bir rüya gördüm ve asker oldum
giydim yelek diyebilirim. Komik mi? Epey.
Tecilimi bozan sivil memur cüce bir kadındı. Apaçık kızdı da
bana, henüz hakkım varken askere gittiğim için. Ben durumun
enteresanlığını kavramaya çalışırken, elime bir kâğıt
tutuşturulmuştu bile. Asker olacaktım.
Aralık celbiyle askere gideceklerden biriydim ve “Yedek Subaylık
Sınavı” Diyarbakır’da yapılıyordu. Evrim’i uzaktan gördüm. Saçları
kısacıktı. Sonra söylendi, Evrim hastaymış meğer tedavi görüyormuş,
Diyarbakır’da yaşıyormuş, kitapla alakalı bazı yazılara çok
üzülmüş. O yazılardan birinin Boğaziçi Apartmanı’nda yazıldığını
düşündüm. Evrim’in Diyarbakır’da yaşadığından bile haberdar
değildim. Üstüne saçının neden kısacık olduğu bilgisi, üzgünlüğü
ama hep gülen, nasıl gülen gözleri.
Yedek subaylık sınav sonucunun açıklanacağı gece ciğerimi rakıya
yatırdım Lokal’de. Başka türlü beklemek, nerede ve nasıl askerlik
yapacağımı beklemek mümkün değildi. Rüyama lanet ediyordum. Evde
herkes güvercin tedirginliğiyle birbirini izliyordu. Gittim ve
yattım. Bizimkilerin internetten bakması için bir kâğıda gerekli
numarayı yazdım ve uyudum. Rüyasız.
Kardeşim uyandırdı, “Abê kalk, biz bakamıyoruz, buradan
bakılınca çok yoğun oluyormuş.” Kaçış yok, kendim bakacağım.
Gelibolu Ortaköy, piyade tugayı, kısa dönem. Teslim olacağım gün
İstanbul’da ciğeri bu defa votkaya yatırmıştım. Başka türlü rüyaya
falan lanet edecek takatim yoktu.
Malatya’nın Akçadağ ilçesinin Gölpınar köyünde doğmuştu Evrim.
Politik, örgütlü bir Kürt Alevi köyüydü Gölpınar. “Her Dağın
Gölgesi Deniz’e Düşer”de o köyü, amcası Teslim Töre’yi, Deniz’i,
Mahir’i küçük bir çocuğun gözünden anlatır. Yazarlığı bu iki büyük
derdin etrafında, Kürt olmak ve Alevi olmak, şekillenir. Köşe
yazar, senaryo yazar, kitap yazar. Bunu da hep, o müstesna
mizahıyla yapar. Benim Diyarbakır’da gördüğüm gülen o bir çift göz,
ömrü boyunca gülmüş gibiydi. O gülmekten çok utandığımı hiç
unutmadım.
Evrim’in ölüm haberini Gelibolu’da, üstümde haki elbiseler
varken aldım. 12 Nisan 2010. Bir ay kalmıştı terhis olmamıza; Ümit
sürgün yemişti, Ferhat Abi oğlu Kemal’i özlüyordu, Nevzat Abi
ameliyat olmuştu, Osman dayanmaya çalışıyordu, Fuat’a un
taşıtıyorlardı. Hepimize, durmadan hakaret ediyorlar, “aslında
orada olmamamız” gerektiğini layıkıyla anlatıyorlardı. Fuat’ı
Batıkent Cemevi’nden uğurladığımızda Osman, Ümit ve ben birbirimize
bakamıyorduk. Ben onlara Evrim’in ölüm haberini aldığım ânı
anlatamıyordum. Fuat’ın kendi kendine söylediği Yorum şarkılarını
anımsayıp gülümseyemiyorduk bile. Bizim ölülerimizin neden güzel
güldüğünü, bizim geride kalırken neden gülemediğimizi
konuşamıyorduk.
Sonra döndüm askerden. Tıraşlı yüzümle, güneşe. Diyarbakır Kitap
Fuarı’nın ilk senesiymiş meğer. Sınava girmeden önce yanımda olan
Kemal Varol’la konuştuk. Dedi “Evrim için bir okuma düzenleniyor.
Herkes “Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer”den istediği pasajı
okuyacak.” Dedim “Evrim’in gülen gözlerinden birimiz söz etsek
ya.”
Söz edemedik. Oradaki sekiz on kişi, hepimiz kendi parçamızı
okuduk. Arkamızda upuzun saçları ve güleç yüzüyle Evrim’in
fotoğrafı vardı. Altında “Em te ji bîr nakin” yazıyordu. Evrim
olsa, “sakın tercümesini yazma, baksınlar işte” derdi bence. O gün
yanımda oturan şair Arjen Arî’yi kaybettik ardından.
Ömrümüz, büyüdükçe bir ölüm manzumesi. Ve Kerbela sancısı.
Kerbela’yı duymak sancısı. Orada, Sahra-i Kerbela’ya attan düşen
Hüseyin’in ağrısı.
Ben Evrim’i çok özledim.
Bu yazı 2013 yılında BirGün’de yayımlanmıştı. Şimdi, bir
daha.