Hüseyin Karabey: 'Kamera ilk kez protesto edenlerin yanından kayıt yaptı'
Yönetmen Hüseyin Karabey ile sinema üzerine konuştuk. Karabey, "Çektiğim filmi izlerken siyasi görüşüme ve vicdanıma uymayan hiçbir şeye izin vermem" dedi.
Gitmek ve Sesime Gel filmlerinin senaristi ve yönetmeni Hüseyin Karabey ile bağımsız sinemayı, 90’lı yılların politik ortamını, sinema ve vicdan ilişkisini konuştuk. Karabey, “Sen şimdi savaşa karşıysan, savaş isteyen bir güruhun içine girip bağırıp çağırmazsın. Bu senin hayatını benimseme biçimindir. Sinema da bundan muaf değildir” dedi.
İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?
Muhtemelen Bruce Lee filmlerinden birisidir. Cüneyt Arkın’ın bir filmi de olabilir.
Sinemada mı izlediniz?
Tabii. Fındıkzade’de oturuyorduk. 6-7 yaşlarındaydım, etraf sinema doluydu o zaman. Abimle sürekli sinemaya gidiyorduk. Gerçi annemle de gidiyorduk, kadınlar matinesine.
Kaç senesiydi?
1976-1977 filan… 1970 doğumluyum ben. Benim hatırladığım filmler tabi, Battal Gazi, Bruce Lee filmleri… Karate filmleri, dövüş filmleri filan…
O dönemin etkisinde kalarak mı sinemacı olmaya karar verdiniz?
Yok, 23 yaşına kadar hiç sinemacı olmayı düşünmedim. Seviyordum film izlemeyi ama o kadar. Babam çok seviyordu sinemayı, izlediği filmleri anlatırdı hep. Yılmaz Güney’in bütün yasaklı
Sinemaya sempati duymanızı sağlayan ilk etken babanız olmuş diyebiliriz o halde?
Babam sosyalist bir işçiydi. Yılmaz Güney’i çok sever, çok da takdir ederdi. Ama genel itibariyle sinemayı da çok severdi. “Doktor Jivago”lardan “Damdaki Kemancı”lara kadar, hepsini seyretmişti. Onun dolaylı etkisi olduğunu düşünüyorum.
Anlattığınız “baba” figürü o döneme dair güçlü bir toplumsal izlek de sunuyor aslında. Sinemanın işçi sınıfı üzerindeki eğitici rolüne ithafen söylüyorum.
Tabii. Babam 1936 doğumlu, hala hayatta. İlkokul mezunu… Kendi kendini eğiten bir işçi… Romanlar, öyküler okuyor. Sinemayı takip ediyor. Kült dediğimiz ne kadar film varsa hepsini izlemiş. Şu an sinemada ya da siyasette doktora yapan bir öğrenci, onunla aşık atamaz. Bir de şöyle düşün: Babamın 13 yaşından beri arkadaşı olduğu Emin amca var mesela. İkisi de terzi çırağı… Babamın en büyük tutkusu sinema, Emin amcanın en büyük tutkusu tiyatro…
Emin amcanın mesela, izlemediği bir oyun kalmamış. Böyle bir kuşaktan bahsediyorum. Şöyle söyleyeyim: Babam ve Emin amca, Çetin Altan’ın yeni yazısını matbaada beklermiş. Yaşar Kemaller filan… Genel olarak o dönemde kültürel seviye çok yüksek… Bunun kişisel olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden ben, toplumsal kırılmanın 80 darbesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Şimdi genç kuşak diyebilir, ‘’ulan bunlar da her şeyi 80 darbesine bağlıyorlar’’ diye. Ama hakikaten de öyle…
80 darbesiyle alakalı bir film yapmayı düşünür müsünüz?
Yeni filmim muhtemelen onunla ilgili olacak. Şimdi ben 70’lerin sonu ve 80’leri araştırıyorum, ele alacağım konuyla ilgili. Bu süreç beni, Latin Amerika’ya ve Ortadoğu’ya kadar götürdü. Çünkü benzeri darbe süreçleri oralarda da hemen hemen aynı yıllarda yaşanıyor. Avrupa’da, Yunanistan’da bile… Bütün bu darbe süreçlerinin ortak noktalarından biri de; kültürel emperyalizm. Hemen hemen tüm darbe süreçlerinin sonrasında karşılaşılan kültürel sonuç bu… Emperyalizmin seni yenmesi için cahil bırakması gerekir. Karamazov Kardeşler’i okumuş bir işçiyle aşık atamayacaklarını biliyorlar çünkü. Bununla ilgili sana bir örnek vereyim mesela. Ben sinema okumaya başladıktan sonra, film eleştirisi dersinde Doktor Jivago’yu ödev olarak aldım. Eve geldim, babamla konuşuyoruz.
Babam, 1960`lı yıllarda, film gösterime girmeden 2 hafta önceden gitmiş bilet almış Doktor Jivago’yu izlemek için. Filmin gösterim zamanı geldiğinde de filmi yasaklamışlar, ‘’Komünist propaganda yapıyor’’ diye. Bir şekilde yasak kaldırılıyor ve babam 2 ay sonra filmi izliyor. İzledikten sonra da, filmin anti- komünist propaganda yaptığını görüyor. Bana bu durumu hep, ‘’geri zekâlılar filmi izlememişler bile, gerçi izleseler de anlamazlardı ya filmin ne anlattığını’’ diyerek anlattı. 90’larda sinema okuyan çoğu kişi Doktor Jivago’yu ilk izlediğinde onu anlamadı. Böyle bir kuşaktan bahsediyorum işte. Mahirleri, Denizleri düşün mesela. 21- 27 yaşları arasında, bütün o okuduğumuz şeyleri yapıyorlar. Bizim onları yakalamamız çok zordu, yakalayamadık da zaten.
Mahirler, Denizler demişken, üniversite öğrenimine ne zaman başladınız?
Abimle aramda 4 yaş var ve o, yaşı geldiğinde üniversiteyi kazandı. Benim hayatımda da çok belirleyici oldu. Kitap okuma ve film izleme alışkanlığı kazanmamda… O üniversitede, Kimya
O dönem Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü’nün de olduğu dönem sanırım.
Tabi, 80 sonrası ilk kitlesel eylemler başlamıştı. Üniversitelerde de kısmi bir hareketlilik yaşanmıştı. İlk İstanbul Basın Yayın’da bir işgal yaşanmıştı, sonra oraya büyük bir müdahale yapıldı. Bu şunun göstergesiydi biraz da: İstersen yapılabilir ama sonucu da pek güllük gülistanlık değil. Çünkü sert bir müdahale yapıldı. Aynı dönemde Bursa’da bir ay süren bir eylem yapıldı. 250 öğrenci tutuklandı. Ben de tutuklananlar arasındaydım. 3 ay cezaevinde yattık, sonra çıktık, sonra bir ceza daha kesinleşti ve 6-7 ay daha yattık. O dönem öğrencilerde ciddi bir hareketlilik yaşandı. 84’ten sonra gerillaya katılımlar çok artmıştı, Türk Solu’nda da ciddi bir örgütlenme başlamıştı. O süreç benim gibi birçok öğrenci için çok ciddi bir yol ayrımıydı. Bende o süreçte “uğradığımız haksızlıkları kayıt edeceğim düşüncesiyle sinema yapmalıyım’’ dedim.
93’ yılında şunu fark ettim: Devletler çok büyük insan hakkı ihlalleri yapıyordu. Kimse de o olaylar üzerine konuşamıyordu. Ama ortada, kayıt edilmiş bir görüntü olsa işler değişebilirdi. O dönemde bir fotoğraf karesi, bir film parçası çok değerliydi. Ben de görüntünün gücüne çok inanıyordum. Dedim ki ‘’ben böyle böyle şeyler çekersem kimse kayıtsız kalamaz.’’ İstanbul’a geri döndüm, kamerayla ilgili bulabildiğim ilk iş, bir düğün salonunda kameramanlık işiydi. Dedim ki, ‘’kamerayı öğrenmek için iyi bir yöntem.’’ Orada çalışmaya başladım. Sonra o görüntüleri kurgulamayı da öğrendim.
Sonra bir gün Mezopotamya Kültür Merkezi’ne gittim. Dedim ki ben bir sinema atölyesi yapmayı düşünüyorum. İstemediler başta çünkü benden önceki çocuk onları bayağı bir yormuş. "Ben Diyarbakır Cezaevi’ni çekeceğim" diye, MKM’nin bodrum katını cezaevine döndürüp, herkesin başını sıfıra vurdurup başlamış çekmeye ama film bitmemiş. Hepsi maddi ve manevi tükenmiş ama filmi de bitirememiş. Sonra da gidip gerillaya katılmış. Arkadaşa saygı duyup bir şey diyememişler ama sinema atölyesi yapmayı da, bu deneyimden sonra, istemiyorlardı. ‘’Ben hiçbir şey istemiyorum’’ dedim, ‘’bir oda verin, gerisini biz hallederiz’’ dedim. Sağ olsun Ahmet Soner ve Hüseyin Kuzu çok emek harcadılar.
Nasıl geçti o süreç?
Tartışmalar oldu tabi ama verimli geçti genel olarak. Tartışmalar şundan dolayı oldu: Bizim gibi insanlar, haksızlığa uğrayan insanlar yani, dertlerini anlatabilmek için çok güçlü bir dile, sinema diline, ihtiyaç duyarlar. Neden? Çünkü seni çok rahat reddederler. O yüzden iyice öğrenmek lazımdı, sinema dilini.
Sinema dilini öğrenmek için de Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema- Televizyon Bölümü’ne giriyorsunuz.
Evet, o biraz da askerlik meselesiyle de ilgiliydi tabii. Ama sinemayı öğrenmeyi, nasıl yapabileceğimi kafamda oturtmayı çok istiyordum. O dönemde bir sürü şey yaptık tabi. ‘’Bekar Hanları’’, ‘’Cumartesi Anneleri’’ konularında çalışmalar yaptık. Özellikle Kürdistan’da yaşanan hak ihlalleri ile ilgili, ‘’Güçlü Konak Olayı’’ gibi çalışmalar yaptık. Şanar Yurdatapan’la beraber çalıştık. Bunları kaydedip insan hakları kuruluşlarına gönderdik, toplumsal baskı oluşturulsun diye. O süreç bana çok şey öğretti. Sinemaya kayışım böyle böyle oldu. İlk önce belgesel yapmaya başladım. Sonra bir gün okula bir hoca geldi, Belçika’dan. Biliyorsun, Marmara Güzel Sanatlar’a kolay kolay dışarıdan kimse gelmez. Jean Roush’la ilgili bir sunum yaptı.
Kendisi bir antropolog… Genellikle Afrika’da çalışıyor ve yaptığı çalışmaları Avrupa’daki meslektaşlarına onaylatamıyor. Her gittiğinde gördüğü kabileleri anlatıyor anlatıyor fakat kimse ilgilenmiyor çalışmalarıyla. Bir gün, bir bitpazarında 16 mm kurmalı bir kamera görüyor ve diyor ki ‘’ben o ritüelleri bununla çekersem ikna olurlar.’’ Gidiyor çekiyor filan, bakıyor tepki aynı tepki. Hiçbir değişiklik yok. Hayal ettiği etkiyi yaratamıyor. Niye, filan diye düşünüyor. Sonra diyor ki, ‘’bu kurmalı bir makine’’, dolayısıyla da 30 saniyede bir kurman gerekiyor. Dolayısıyla gerçeği deforme ettiğini görüyor. ‘’Gerçeği böldüğüm için farklı bir şey anladılar’’ diye düşünüyor. Gidiyor ve motorlu bir makine alıyor.
Tekrar çekiyor ve gene istediği etkiyi alamıyor. Sonra da diyor ki ‘’sinema çok sübjektif bir alan, kamerayı nereye koyarsan, gerçeklik oradadır’’. Bu onun Yeni Dalga’nın doğmasına sebep olan teorik düşüncesi… Çok ünlü belgeselleri de var ayrıca. Dolayısıyla ben o zamana kadar belgeselle uğraşıyordum ama hiç böyle düşünmemiştim. Belgeseller çekiyordum ama insanların tepkileri yine aynıydı. Bu düşünce aydınlanmama sebep oldu. Anladım ki sinema, tek başına objektif bir öğe değil. Şiddeti kimin yaptığını biliyorsan, birebir onu yakalamak zorunda değilsin. İnsanları değiştiren şeylerin bilgi değil de duygusal empati olduğunu fark ettim. İnsanlar, kimin iyi kimin kötü olduğuna, duygusal bir dönüşüm yaşamadan inanmıyor.
Mesela, "sigara sağlığa zararlıdır", eğitimli insanlar da içiyor sigara. Hiçbir şey değişmiyor. Ama ne zaman bir yakınını sigaradan kaybediyorsun, o zaman çıt diye kesiliyor ve herkesi de durdurmak istiyorsun. Hâlbuki sigaranın kanser yaptığı belli yani… Çok kaba bir örnek bu ama emin ol, her şey bununla alakalı. Sinema, duygusal olarak insanları etkilemeyi beceren en güçlü sanat dalı bence…
O süreçte yapılmış kısa filmler de var sanırım.
“Boran” ve “Sessiz Ölüm” var. “Boran”, Cumartesi Anneleri konu alan bir kısa film. “Sessiz Ölüm” ise, F tipi cezaevleri üzerine bir belgesel… O zamanlarda daha Türkiye’ye F Tipi hücreler
Bir de aynı dönemde “Gazi Mahallesi” belgeseli var sanırım.
O “Boran”dan da önce… Ben o belgeselin kurgusunu yapmıştım, Aydın Bulut yönetmenliğini yapmıştı. O kadar zordu ki koşullar… Onlar da Mimar Sinan’da okuyorlardı, çekiyorlar, montajlayamıyorlar. Beni bulmuşlardı, ben montajlamıştım. O dönem montaj yapmak hakikaten çok zordu, o kısıtlı imkânlarda. Ortaya güzel bir iş çıktı, çok insan etkilenmişti diye hatırlıyorum. Hüseyin Kuzu’nun o belgesel ile ilgili güzel bir lafı vardı. Demişti ki ‘’toplumsal olaylarda, kamera, hep polisin arkasından kaydı almıştır. Televizyon kameraları filan… Kamera, ilk kez protesto edenlerin yanından kayıt yaptı.’’. Gazi’nin hikâyesi odur yani.
Hani Godard der ya, “politik film yapmayın, politik olarak film yapın.” Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Aynen. Ben politik sinema yaptığımı söylemiyorum mesela, benim sinema yaptığım ortam çok politik. (gülüyor) Bana “Boran”ı yaptığım zaman diyorlardı mesela “sen hiç aşk filmi yapmayacak mısın?” diye. Ben muhtemelen bir aşk filmi yapsam, ya erkek hapiste olur, ya kadın mülteci olmak zorunda kalır ya da kadın kaçırılır filan. Çünkü ben buna tanık oluyorum. Ben aşkı da böyle görüyorum.
“Gitmek” sıkı bir aşk filmiydi bu arada?
Kesinlikle. Bir aşk filmi olduğunu düşünüyorum ben de. Ha, o filmde nerede politiğim? Filmi yaparken tamamen politiğim. Aynı Godard’ın dediği gibi. Ne yapıyorum mesela, gerçekliği korkularımdan dolayı ya da kendi kişisel çıkarlarımdan dolayı deforme etmiyorum. O zaman gözüken ortam politik bir ortam. Benim yaptığım işlerde asıl konu karakterlerin hikâyesidir. Ama o sırada yapılan aramanın acımasızlığını göstermekten çekinmiyorum. O yüzden politik sinema demiyorum yaptığıma. Politik bir tavırla hikâyeyi ele aldığım için politik sinema diyorum. Ama çoğu zaman rastladığım şey, özellikle Kürtler söz konusu olduğu zaman, gerçekliğin deforme edilmesi. Kürtlerle ilgili film çekiliyor mesela, Kürtçe konuşmuyor karakterler. Bu da politik bir tercihtir. Burada bizim açımızdan bağlayıcı olan şudur: Kimse haksızlığı anlatıyor diye kötü bir film seyretmek istemez.
Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?
Dünyanın çoğu ülkesinde bağımsız sinema ya da özgür sinema yaptığını söyleyen yönetmenlerin filmlerin televizyonda gösterilir. Bunun için siz, filminizi belirli bir süre için televizyona satarsınız. Ancak burada, bizim ülkemizde, bizim tarzda film yapan yönetmenlerin filmlerinin televizyonda gösterilme şansı yok. Bu, bilinçli bir politika… Biz de o yüzden ortak yapıma doğru yöneliyoruz genelde, borç harç göze alarak. Ama ben ilerideki dönemin, radikal ve mikro bütçeli filmlerin dönemi olacağını düşünüyorum.
Bu benim özellikle bu aralar, sıkça duyduğum bir konu. Nasıl olacak peki?
Şimdi, bir film yapmak için 5-6 yıl bekliyoruz. Ben üniversitedeyken Tarkovsky’ye acırdım mesela, ‘’Vay be!’’ derdim, “adam hayatı boyunca altı film çekmiş, ne yazık!”. Tabi, bunda Yılmaz Güney’in yüz tane filmi olmasının da etkisi var. (gülüyor) Ama bir garip gelmişti yani, neden altı tane film çekmiş ki bu adam diye? Sonra baktım ben de oraya doğru gidiyorum. “Gitmek”le “Sesime Gel” arasında altı yıl var. “Sesime Gel”le şu an çektiğim film arasında dört yıl var mesela. Arada bir şeyler yapmak lazım, hayat böyle geçmez. Finansta yaşadığımız zorluklardan dolayı bu kadar uzun süre alıyor, yoksa bir filmin senaryosu altı yıl sürmüyor. O yüzden belki tek mekanda geçen ya da prodüksiyon anlamında kolaylıklar bulabileceğin bir ortamda film çekmek gerekiyor.
Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır?
Her yerinde yer almalı, her karesinde… Ben mesela çektiğim filmi izlerken siyasi görüşüme ve vicdanıma uymayan hiçbir şeye izin vermem. Bundan daha öte bir şey yok bence yani. Bu günlük yaşantımızdaki dürtülerimizle de alakalı bence. Sen şimdi savaşa karşıysan, savaş isteyen bir güruhun içine girip bağırıp çağırmazsın. Bu senin hayatını benimseme biçimindir. Sinema da bundan muaf değildir. Filmin çekim sürecinde, yönetmenin vicdanı, istese de istemese de oradadır.
Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir?
Tabii ki çok var ama bu dönem dönem değişiyor. Tek değişmeyen Yılmaz Güney… Her dönem ondan bir şeyler alabiliyorum. Yılmaz Güney’i sevmek bir marifet değil tabi ki ama ben onu bir okul olarak görüyorum. O okulda, birincisinde farklı şeyler, ikincisinde farklı şeyler öğreniyorsun. Şu anda da Latin Amerika filmlerini izliyorum bol bol.
Sizin sinemanızın bir özelliği var: Sıkı bir gerçekçilik… Sinema serüvenine başlamadan önce kuramsal olarak en çok kimlerden beslendiniz? Bazin, Vertov, Kuleşov, Godard, Zavattini gibi isimler sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
Bahsettiğin isimler beni dönem dönem çok etkiledi. Bazin’in yazılarını döner döner okurum. Keza Vertov da öyle… Zaten onun filminin bir karesi, benim şirketimin logosu. Asi Film’in… Bence Vertov sanıldığı gibi gerçeklikle alakası olmayan bir sinemacı. O dönemin koşullarında biraz yanlış anlaşılmış bir sinemacı. Vertov’un filmlerini bir daha seyret, deneysel sinemanın atası olduğunu görürsün. Onun sinema ve gerçeklik üzerine bahsettiği şey bizim anladığımız şey değil. Kurmaca sinemaya karşıymış gibi bahsettiği şey aslında tamamen kurmaca… Ama o dönemde bu tarz bir düşünceyi savunmak da çok önemliydi. Ha, ama ne yaptı Vertov, hikâye anlatmak için her yolun mubah olduğunu gösterdi.
Kamera sokakta yürüyor, sinema koltuklarını gösterip bir anlam yaratıyor filan. Animasyon sinemanın, stop motion’ın ve deneysel sinemanın bugün yaptığı çok şeyi, o zamanlarda yapan bir adam. Gerçeklik ne? Her birimiz için gerçeklik farklı… Asıl sorun, en iyi bildiğin gerçekliği anlatmak! Yaşadığın şeyi anlatmak! Gerçekliğe ne kadar yaklaşırsan, gerçeklik sana kıyaklar yapıyor. Düşünmediğin şeylerle karşılaşıyorsun. Mesela “Gitmek”teki o düğün sahnesi… Ben onunla karşılaşacağımı umuyordum ama onun, o düğün sahnesi olacağını düşünmüyordum. Ama ekip hazırdı. Ben oraya doğru yaklaştım ve o düğün çıktı önümüze. Ekip hazır olduğu için de bu gayri normal sahneyi çektik. Yeter ki sen gerçekliğe yaklaş! Emin ol, o sana bir sürü kıyak yapar. O yüzden gerçekliğin peşine düşmek kadar güzel bir avantajımız yok.
Türkiye’deki sinemacıların sansüre karşı alması gereken tavır nedir?
Türkiye’de F Tipleri yapılırken ben bir şeyi fark ettim. F Tipi cezaevleri geldiğinde dedim ki “bunlar bir daha hiç çıkmayacak!” Kendilerince, toplum için, en tehlikelerini koyacaklar oraya, sonra ikinci tehlikelilerini, üçüncü tehlikelilerini… Bak ne oldu biliyor musun? F Tipi’ni yapanlar, F Tipi’ne girdi. Ergenekon davası sonrası… Ve F Tipi’nden şikâyetçi oldular, bu hücreler çok zor diye. Ondan sonra da, onları oraya koyan Fetö’cüler girdi. Sinemadaki sansürde böyle işte… “Aman bana dokunmasınlar!” dediğin noktada, emin ol ki sana dokunacaklar. Son dönemde Kürtler yaşadılar sansürü ve bazı sinemacılar buna göz yumdu.
Şimdi de onların işleri sansürleniyor. Bence Antalya Film Festivali’nde yaşanan sansür, ileride araştırmacılar için önemli olacak. Kimler her şeye rağmen filmini çekti, kimler göstermedi. O olay, bir kırılma noktasıdır. Eminim bugünkü koşullarda tekrar sorulsa o yönetmenlere çoğu filmini çekerdi. Ama o zaman çekselerdi, bu durum bambaşka bir şeye yol açabilirdi. Bunun sorumluluğunu yaşayacaklar.
Siz geçmiş yıllarda atölyeler ya da kolektif film çalışmaları da yapmıştınız. Yeni bir şey var mı şu sıralar?
Yine başlıyoruz Atölye çalışmalarına. 3 atölyemiz açıldı bile. Birinci grup “Sinema bize iyi gelecek” aslında sinemayı severek izleyenler için sinema yapmaya ve yapımını anlamaya bir giriş. Bu atölyeden sonra film yapmasalarda filmin hangi üretim süreçlerinden geçtikten sonra oluştuğuna dair sağlam bir fikirleri olacak. 2 ay sürecek. Haftada bir gün.
Diğer atölyemiz “Film geliştirme Atölyesi” birinci ve ya ikinci uzun metrajını hazırlayan Yönetmen-Yapımcılara yönelik. Senaryolarını geliştirebilecekleri, projeleri ile ortak yapım için gerekli içeriklerinin oluşturabilecekleri bir eğitim onları bekliyor. Dünyadaki sinema fonlarına nasıl başvurulur? Başvurduktan sonra ilişkiler nasıl takip edilir bütün bu süreçlerde yer alacak atölyede… Daha birçok ayrıntıyı direkt web sitemizden öğrenebilirler. Bu atölyemiz 3 ay sürecek…