Gazete Duvar’da epeyce kenar mahalle dindarlığı-muhafazakârlığı yazmaya çalıştım. Kişisel tanıklıklardan, görüp duyduklarımdan, yaşadıklarımdan hareketle. Konuya ilişkin kitaplar tanıttım. Sırada başka yayınlar da var. Örneğin Nagehan Tokdoğan’ın “Yeni Osmanlıcılık” (İletişim, 2019) başlıklı çalışması. Fakat yetiştiremedim ne yazık ki, önümüzdeki yıla kaldı!
Bu yazı kenar mahalleye değil; onların omuzlarında iktidara yükselip zaman içinde ‘onları’ görmez hale gelenlere, halihazırda iktidar ve çevresinde olup ‘aslında gelinen noktadan şikâyetçi’ olduğu söylenenlere dair.
Son zamanlarda sık işitilir oldu. AKP’de, ‘çok sayıda’ milletvekilinin ya da parti çevresinde konuşlanmış bir kesiminin ‘rahatsızlığını’ işitiyoruz. Canları sıkkınmış, memnun değillermiş, üzülüyorlarmış, gidişattan endişelilermiş, filan fıstık...
Peki ne yapabiliriz? Bu ifadelerin sahipleri, ifadenin ‘işiteninden’ yani ‘bizlerden’ ne bekliyor? Söz konusu ‘bilginin’ yöneldiği kim ve hakikaten beklenti ne olabilir? Bu iddiaların yalnızca benim sinirimi bozduğunu zannetmiyorum. Öyleyse, biz siniri bozulanlar, canı sıkkın AKP’liler için ne yapabiliriz?
AKP 2002 yılında iktidara geldi. On sekiz yıldır iktidarda. Tek başına. Memleketi, 18 yıldır bir parti ve 17 yıldır aynı isim yönetiyor. Çok partili yaşama 1950’de geçildi, 2020 itibarıyla 70 yıldır kesintilere uğrasa da birden çok partinin iktidara aday olduğu, olabildiği bir sistemle yönetiliyoruz. Bu da demektir ki, çok partili tarihimizin ¼’ünde, Türkiye aynı parti ve isim tarafından yönetildi.
O tek parti ve tek ismin döneminde, AKP son seçim hariç yerel seçimlerde de başarılı oldu ve ayrıca halkoylamalarının tümünü kazandı. Milyonlarca seçmen AKP’yi tercih etti. Yalnızca ilk seçim için bir garabetten söz edilebilir. 2002 seçimlerinde o oy oranıyla tek başına iktidar olabilmesinin nedeni, yüzde 10 seçim barajı nedeniyle geçerli oyların yaklaşık yüzde 45’inin ‘çöpe’ gitmesiydi. Evet, AKP ‘milli iradenin’ geçerli oylarının yarısı hesaba katılamadığı için o gücü elde edebildi. Nitekim 12 Eylül’ün faşist yönetiminin icadı olan yüzde 10’luk seçim barajını çok sevdi, ondan bir daha kopamadı.
Her seçime, belli kadroları-isimleri koruyarak girdi. 2011’den sonra işler değişti ve birlikte yürünen arkadaşlar birer birer terk edildi. Demokrasi treninde ağırlık yapan vagonlar, nihai amaca ulaşma yolunda yavaşça raylar üzerinde bırakıldı. Siyasetçisi, gazetecisi, entelektüeli vs. Gelinen yerde, destekçi gazetecilere ve eski-yeni siyasetçilere bakınca, ‘nereden nereye’ geldiği, nasıl bir nitelik kaybı yaşandığı ortada. Hayli radikal bir dönüşüm söz konusu.
Burada ‘dönüşüm’ iddiasıyla ilgili bir iki cümle gerekli sanırım. Partinin sınıfsal niteliği değişmedi. İdeolojisi ha keza. İlk günden itibaren, siyasal İslam’a gönül vermiş ve kapitalizmin en pervasız halini temsil eden bir parti söz konusu. Bu yolda ilerlerken, o ideolojinin farklı yorumlarını benimsemiş mensupları ile zenginleşme yol ve yöntemleri konusunda aynı düşünmeyenler, belli ki ‘israftan’ rahatsız olanlar gemiden indirildi. Ya da, onlar erken indi; Abdüllatif Şener gibi. Sonunda parti kalmadı, artık tek isim var ve çevresindeki herkesin kaderi onunkiyle özdeş.
Hal böyleyken; nasıl ki diğer siyasal partiler, temsilcisi oldukları sınıfsal taban ve amaçları aynı kalsa da zorunlu olarak ‘dönemlere ayrılarak’ inceleniyorsa, aynı yöntem AKP için de geçerli. Ezcümle, evet bana kalırsa AKP ilk günden itibaren belli açılardan ‘aynıydı’ ve evet AKP ilk günden bugüne defalarca makyaj değiştirdi ve artık tanınmaz hâlde. Ya da tam olarak özüne döndü, böyle düşünmek de mümkün.
Tabii burada diğer tüm aşamaları ve bir kesim AKP muhalifiyle, dönemin bağımsız yargısının nasıl büyük ‘katkılar’ sunduğunu özetleyecek değilim. Malum, 18 yılı tek ve düz bir çizgi olarak düşünmek, anlatmak, hiçbir iç ve dış etmeni görmemek akıl ve tarih dışı bir yaklaşım. Asıl derdim, yıllar içinde ‘gelinen’ bir yer olduğunu ve o yerde hâlâ destek verenlerin konumlarını anlamaya çalışmak.
Nasıl bir profil destekliyor AKP’yi 2019’da? Okuduklarım, gazete haberleri, araştırma şirketleri bulguları vs. bir yana, yine ‘biraz’ kişisel gözlemlerden hareket edeceğim. Yalnızca bir iki satırla:
Destekçilerin bir kısmı ‘Reis’ hayranı. Hayranlar, farklı klasmanlarda. Çıkarı olduğu, Ferrari’siyle sürat yapabildiği ve sahip olduğu her şeyi ama her şeyi iktidara borçlu olduğu, başka bir devirde o ‘israf’ çarkı içinde yer alamayacağı, aynı yaşamı sürdürme ihtimali bulunmadığı için hayranlık duyanlar. Tabii bu ‘israf’ zinciri en büyük halkadan en küçük halkaya kadar uzanıyor!
Bir de doğrudan çıkarı olmayan herhangi bir israftan nemalanmamış ve yalnızca ‘alınları secde gördüğü,’ ‘eşlerinin başı kapalı olduğu,’ ‘sürekli dine referans verdiği,’ ‘imam hatipli oldukları,’ ‘hitap şekilleri,’ ‘metrobüs-metro-yol’ gibi gerekçelerle bağlılık duyanlar mevcut.
Söz konusu kitlenin ne kadarı olup bitenin tam olarak farkında, ne kadarı habersiz, bilmiyorum. Buna mukabil, göz göre göre ve birilerinin acı çekmesinden mutluluk duyarak, hedefi çoğu zaman belirsiz rövanş-intikam duygusuyla hareket edenler olduğunu biliyor, görüyorum. Muhaliflerin başına gelen her şeye şuursuzca ‘oh olsun’ diyor ve en kabul edilemez olana dahi akıl/izan dışı mazeretler uydurmaya çalışıyorlar.
Kimi destekçilerin ise, hakikaten rahatsız ve üzgün olduğuna tanığım. Üstelik bildikleri ‘sınırlı’ olmasına karşın. Çünkü bizim okuduğumuz hiçbir şeyi okumuyor, haberdar olduklarımızın çoğundan haberdar olmuyorlar. Fakat şu devirde ‘sızmayı’ engellemek mümkün olmadığı için, ne kadar kapalı bir dünyada yaşarlarsa yaşasınlar her şeyi bir biçimde duyuyorlar; gel gör ki ‘duyma biçimleri’ bizimkinden farklı. Akademisyenler değil, teröristler atılıyor. Demirtaş haksız yere yatmıyor, hendekleri kazdı. Seçilmiş insanlar görevden boşuna alınmıyor, hepsi PKK finansörü, vesaire...
Yine de, örneğin artık şu ‘Fetöcülük’ ithamlarından fena halde bıkkınlık gözlemliyorum. Yani örülen duvarın çatlaklarından sızan bilgi ne kadar kirletilirse kirletilsin, en kalın deriye dahi nüfuz etmeye başlıyor bir süre sonra. Çünkü aynı insanlar, ekonominin uçuşa gittiğini de dinliyor TV’lerden ve ardından pazara gidiyor! Mesele bu. Tabii dinmeyen zamlar da tahammülü zorluyor, her ne kadar adını ‘fiyat ayarlaması’ koysalar da!
Diyeceğim, zenginleşmemesi bir yana giderek fakirleşmesine rağmen destek veren sıradan yurttaşın, bana kalırsa artık çoğu ‘hak verilemez’ de olsa çeşitli mazeretleri var. Bu sözcüğün altını bir kez daha çizmek istiyorum: Mazeret. Verilen desteğin artık bir mazeretle birlikte sunulur olmasına tanıklık ediyorum bir süredir! Konu uzun, çok uzun...
Yazının başlığı, şu ya da bu ‘nedenle’ oy veren milyonlarca yurttaşın değil, hâlihazırda partide bulunan, milletvekili olup ‘rahatsız’ olduğu iddia edilenlerin konumuna ilişkin.
Baştaki soruya döneyim: Ben bir yurttaş olarak, bir AKP’li milletvekilinin ‘aslında’ rahatsız olduğunu işittiğimde ne düşünmeli, nasıl davranmalıyım? Üzülmeli miyim? Sevinmeli miyim? Onlar için endişelenmeli miyim?
Bu ‘içeriden’ bilgiyi dillendirenler, tahmin ediyorum birkaç şeyi aynı anda yaptıklarını düşünüyorlar: Böylece, iktidarın zayıfladığını ve içten çürüdüğünü söylemiş; yeni siyasi oluşumların mümkün olduğunu müjdelemiş; iktidarın yanlış yolda olduğu yönündeki kanaatlerine ilişkin kanıt sunmuş ve bize de moral vermiş, oluyorlar. Tahmin ediyorum!
Yalan olmasın, Türkiye’de olup bitenleri az çok takip etmeye çalışan biri olarak pek az ‘tespit’ sinirimi bu kadar bozuyor.
Memleket bu haldeyken, her kurum tel tel dökülüyorken, gelir adaletsizliği derinleşiyorken, kamu malları har vurup harman savruluyorken, akıl fikir sınırlarını çok aşan adaletsizlik illallah dedirtmişken, binlerce yıllık İstanbul şehrinin coğrafyasını değiştirecek bir kanal projesi gündemdeyken ve daha sayısız anormallikle boğuşuyorken; Türkiye’yi 18 yıldır tek başına yöneten AKP’de, 2020 yılına girerken kimi ‘rahatsızların’ olduğunu duymak! Temyiz kudretini haiz, aday olduklarına göre okuma yazma bilen, yetişkin ve doğrusu orada bulunmak için başlarına silah dayandığını hiç zannetmediğim, insanlar. Neden hâlâ orada olduklarını tahmin etmek de güç değil doğrusu.
Acaba diyorum, yeni yılda hiç olmazsa bir vebalı (KHK’li) yurttaş olarak TBMM’ye gidip ‘rahatsız’ AKP’lilere moral gezisi mi yapsam! Ne dersiniz? Sıkmayın canınızı Allah aşkına, üzmeyin bizi böyle; sizin rahatsızlığınızı duyunca uyku tutmuyor, vallahi geçer bu günler; bunun kalbi, şekeri, tansiyonu var, desem mi ki?
Muhterem okur, bazen son satıra gelince iyice sinirlenmiş oluyorum ki bu durum, bitirmem gerektiğinin işareti oluyor.
Yazı, benden bir ‘la havle’ ile bitsin, siz istediğiniz sözcüğü ekleyin...
Yılbaşı hediyesi albüm-kitap önerileri: Yılbaşında sevdiklerine kitap hediye almak isteyenlere ‘üç’ çok hoş, tam ‘iyi yıllar’ dilemelik önerim var. Biri Kırmızı Kedi’den, Ayşegül Yüksel’in Genco Erkal hakkındaki Güneşin Sofrasında başlıklı. Diğeri, Yapı Kredi’den, Orhan Pamuk’un Resimli İstanbul’u. Üçüncüsü, muhteşem bir ansiklopedi-kitap. Anason İşleri Kitap’tan yayınlanan, Murat Meriç’in iki ciltlik Hayat Dudaklarda Mey’i. İkisini daha sonra Gazete Duvar’da tanıtacağım zaten. Biri, bunlardan birini bana yılbaşı hediyesi alsa sevinirdim, bu nedenle öneriyorum!