Huzursuz Avrupa’da göç, kimlik bunalımı ve demokrasi krizi
Terör, yabancı istilası ve güvensiz bir gelecek korkusuyla sindirilen toplumlar yüksek duvarların arkasına saklanırken, Avrupa Birliği, içeride ve dışarıda otoriter eğilimli liderlere tavizler vererek kendi kuruluş mantığına aykırı davranıyor.
Karabekir Akkoyunlu *
27-29 Ocak tarihleri arasında, Avusturya’nın Graz Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansta buluşan uluslararası bir grup akademisyen, sivil toplum temsilcisi, gazeteci ve araştırmacı, Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da sığınmacı akımının algılanışını ve buna verilen toplumsal ve siyasi tepkileri masaya yatırdı. “Huzursuz Avrupa” (Unsettled Europe) başlıklı konferans, tam da ABD Başkanı Trump’un yedi Müslüman ülke vatandaşlarına sınırı kapatan kararnamesine denk gelince, üzerinde kısıtlı veri ve bol önyargıyla yorum yapılan bu acil konuya, bilimsel yaklaşmanın önemini ortaya koydu.
Doğu ve Güneydoğu Avrupa, 19. yüzyıldan bu yana daha çok göç vermesiyle bilinen bir coğrafya. Demografik yapısı Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması, Balkan Savaşları ve Türk-Yunan mübadelesiyle kökten değişen Balkanlardan, 1990’larda Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde bir milyonu aşkın kişi dünyanın dört bir yanına iltica etti. 1989’da 340 bin Türk asıllı Bulgar vatandaşı Türkiye’ye göç etmeye zorlandı. Macaristan, Polonya ve Romanya gibi Doğu Avrupa ülkelerinden de İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’ya düzenli göç dalgaları yaşandı.
Göç vermeye alışmış bu coğrafya, son yıllarda ise bir sığınmacı akınıyla karşı karşıya. Gerçi 2015’ten beri yolu Doğu Avrupa ve Balkanlar’dan geçen 1,5 milyonu aşkın Suriyeli, Iraklı, Afgan ve diğer sığınmacının pek azı buralarda kalmaya niyetli; çoğunun amacı Almanya veya İskandinav ülkelerine ulaşmak. Ancak Batı Avrupa hükümetlerinin sığınma taleplerini ağırdan alması ve sınır geçişlerinin zorlaşması sonucu on binlerce insan bu ülkelerde sıkışmış durumda. Bu sayı bile, zaten kırılgan sosyopolitik fay hatları üzerinde bulunan, görece küçük nüfuslu Doğu ve Güneydoğu Avrupa toplumlarını sarsmaya yetiyor.
ÖTEKİ AVRUPA
Graz’daki konferansta defalarca vurgulanan bir konu, bu tablonun ortaya çıkardığı kimlik bunalımlarıyla ilgiliydi. Sığınmacılar, onyıllarca Batı Avrupa’nın ‘ötekisi’ olmuş ve hakir görülmüş Balkan ve Doğu Avrupa toplumları için adeta kendi Avrupalılıklarını kanıtlamanın bir aracı haline geldi. Fakat bu, zorda olana kimlik ayrımı yapmaksızın kucak açan çoğulcu ve cömert bir Avrupalılık fikrinden çok, etnik köken ve inanç farklılıkları üzerinden ayrışan milliyetçi muhafazakar bir Avrupayı temsil ediyor. Polonya’dan Hırvatistan’a, Macaristan’dan Sırbistan’a sesi giderek yükselen milliyetçi damarın temsilcileri, kendilerini Hıristiyan Avrupa’yı barbar istilasından koruyan sınır bekçileri olarak resmederek ‘Avrupalılaşıyor’.
Bu çabanın ‘esas Avrupa’ gözünde ‘öteki Avrupa’ algısını ne derece değiştirdiğiyse tartışılır. Çünkü Batı’da da yükselen milliyetçi muhafazakar zihniyet, kendi içindeki farklılıklara da tahammül edemiyor. Örneğin ‘Brexit’ referandumu sürecinden bu yana, İngiltere’de yaşayan Polonyalılar, sağ popülist medya ve siyasetçiler tarafından İngilizlerin ekmeğini çalıp devletin kaynaklarını kurutan istenmeyenler olarak resmedilmekte. Güneydoğu Avrupa’ya bakış ise ‘Avrupa medeniyetinin bekçileri’ imajından çok, sığınmacıları yasadışı yollardan AB’ye sokan bir kaçakçılar diyarı, ‘vahşi Balkanlar’ önyargısını yansıtıyor. Yani kıta içinde de, aslında hiçbir zaman kaybolmamış Avrupalılık hiyerarşisi, mülteci krizi üzerinden tekrar belirginleşiyor. Herkesin kendi doğusunda kalana tepeden baktığı –aslında Türkiye’ye de hiç yabancı olmayan– bir çeşit ‘kademeli oryantalizm’ kendini idame ettiriyor.
Elbette, Doğu ve Güneydoğu Avrupa’dan haberler sadece ötekileştirme ve ayrışmadan ibaret değil. Sunumlarda dikkati çeken bir başka nokta, göç dalgalarına bölge içinde verilen tepkilerin çeşitliliğiydi. Savaştan kaçıp ölümü göze alarak Avrupa’ya ulaşan insanları ilk karşılayan ve onlara yardım eli uzatanlar, her ülkede sivil toplum örgütleri, gönüllüler ve yerel halk olmuş. Bu sivil dayanışma, zaman içinde uluslararası ağlara dönüşüp etki alanını geliştirmeye de başlamış. Fakat maddi ve lojistik kaynak ihtiyacı ve meselenin hukuki boyutları, kamu kurumlarının katkısını kaçınılmaz ve gerekli kılıyor. İşin içine devletlerin girdiği noktada ise çoğu zaman güvenlikçi politikalar, dikenli teller ve duvarlar ön plana çıkmaya başlıyor.
Bölgede saha çalışması yapan araştırmacılar, önyargıları yıkmak için yerel halk ve sığınmacılar arasında anlamlı bağlar kurulmasının önemine dikkat çekiyor. Her sığınmacının geride bıraktığı bir hayatı, ailesi ve hatıraları var. Bu hikayeler paylaşılabildiği ölçüde sığınmacıların yerel halktan gördüğü destek ve empati artıyor. Fakat bu tür bağların kurulmasını zorlaştıran ciddi faktörler var. Bunların başında iletişim sorunu, artan sayılarla birlikte gelenlerin isimsiz kitleler olarak görülmeye başlanması ve topluma sürekli korku pompalayan yanlı yayınlar geliyor.
FARKLI HİKAYELER
En çok göç alan ülkelerde duygusal tepkiler de doğal olarak yükseliyor, ancak en umut verici hikayeler da aslında buralardan çıkıyor. Örneğin 500 bin sığınmacıyı ağırlamış olan 80 bin nüfuslu Midilli adasında ortaya çıkan olağanüstü çaba ve dayanışma, ekonomik kriz içindeki ada halkının Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesini sağladı. Benzer hikayelere Türkiye veya Lübnan’da da rastlamak mümkün. Bunlara dikkat çekmek, Yunanistan’daki neo-Nazi Altın Şafak hareketinin varlığını, ya da Türkiye ve Lübnan’da sığınmacılarla yerel halk arasında zaman zaman cinayete varan gerginlikleri görmezden gelmek anlamına gelmiyor; daha ziyade, bir ülkeden tek bir hikaye çıkmadığını gösteriyor.
Öte yandan, görece az sayıda mültecinin yolunu tuttuğu ve ekonomik olarak nispeten sağlam durumda olan Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya gibi ülkelerde rastlanan şiddetli yabancı düşmanlığı dikkat çekici. Faturayı Doğu Avrupalıların ‘kalıtımsal ırkçılığına’ kesmeden önce, sığınmacı akımı başladığı sırada bu üç ülkede de sağ popülist hükümetlerin iktidarda olduğunu hatırlayalım. Bu hükümetler, kontrol ettikleri medya organları aracılığıyla, daha ilk günden itibaren krizi abartılı yansıtarak toplumu korkutmak ve Avrupa Birliği karşıtı gündemlerine malzeme etmekle eleştiriliyor.
Örneğin, Macar hükümetinin gelecek olan sığınmacılar için bilinçli olarak herhangi bir hazırlık yapmadığı, gelen sığınmacıları Budapeşte’nin merkez tren istasyonunda uzun süre beklettiği ve buradaki görüntüleri iktidar medyasının özenle ayıklayarak (empati yaratacak aileli, çocuklu resimleri dışarıda bırakıp kadraja daha çok yalnız erkekleri alarak ve dayanışma örneklerini görmezden gelerek) ‘kaos hikayeleri’ yarattığı anlatılıyor. Kendi sesini duyuramayan mültecilerin çeşitli iktidar odaklarının çıkar ve tercihleri yönünde manipüle edilmesi, sadece Macaristan’a özgü bir durum değil elbette.
LİBERAL DEMOKRASİ KRİZİ VE AB
Son tahlilde ‘mülteci krizi’ Avrupa’nın içinde bulunduğu ‘demokrasi krizini’ gözler önüne seriyor. İngiltere’de Brexit ve ABD’de Trump’un seçilmesiyle iyice cesaretlenen Avrupalı popülist milliyetçiler, ‘barbar istilası’ senaryosu üzerinden, AB üyeliğinin temel taşları olan güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, medya özgürlüğü gibi normları esnetmenin fırsatını kolluyor. AB projesini yürüten elitlerinse, liberal değer ve kurumlara fazlasıyla güvendikleri, etnik milliyetçiliğin köklerinin kıtada ne kadar derine indiğini göremedikleri anlaşılıyor.
Avrupa Birliği’nin yapması gerekenler aslında ortada. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Viyana temsilcisi Melita Sunjic’e göre bunlar: Tüm kıta çapında tek merkezden yönetilen etkin bir kayıt-işlem sistemi kurmak, sınır geçişlerini düzenli hale getirmek, maddi yükü ve sorumluluğu Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Yunanistan gibi ülkelerle adil bir şekilde paylaşmak, ve en önemlisi, göç veren ülkelerdeki çatışmaları ve kurumsal çöküşü körüklemekten kaçınmak.
Avrupa ülkelerinin bunları gerçekleştirecek gücü, altyapısı ve kaynakları aslında var. Fakat ‘huzursuz kıta’ kendi varoluşsal krizini yaşarken, buradaki liderler uluslararası dengeleri altüst eden sorunlara akılcı ve insancıl çözümler geliştirip uygulayacak vizyon, bütünlük ve enerjiden uzak görünüyor. Terör, yabancı istilası ve güvensiz bir gelecek korkusuyla sindirilen toplumlar yüksek duvarların arkasına saklanırken, Avrupa Birliği, içeride ve dışarıda otoriter eğilimli liderlere tavizler vererek kendi kuruluş mantığına aykırı davranıyor. Bu şekilde de çözümün değil problemin bir parçası olmaya devam ediyor.
* Graz Ünivesitesi, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi, Yardımcı Doçent.