Hz. Muhammed’in dininin ne olduğu sorulsa ezici çoğunluk İslâm
olduğunu söyleyecektir. Oysa Kur’an’da ona İbrahim’in dininden
olduğu söylenir. Başka bir peygamber değil ama İbrahim peygamber.
Hz. İbrahim başat üç özelliği ile anılır: hanif, tek başına bir
ümmet, müşriklerden olmayan.
Hanif olma konusu çok önemlidir. Elimin altındaki sözlükler bu
kelimeye yalnızca, İslâm’a tâbi olarak şirk ve dalâletten kurtulan
kimse anlamını veriyor. Bu sözlükler şunlar: Kubbealtı Lugatı, Türk
Dil Kurumu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Sözlüğü, Osmanlıca Türkçe
Sözlük (Mustafa Nihat Özön). Çağdaş Türkçenin Etimolojisi/Nişanyan
Sözlük kelimenin diğer anlamını da bildiren tek sözlük: tek tanrıcı
~ Aram ḥanəphā חנפא z [#ḥnp] pagan, putperest, kitabi dinlerden
önceki dinlere mensup ≈ İbr ḥanēph חנף kâfir, dinsiz.
Yanlış okumadınız hanif dinsiz demektir. Yaşar Nuri Öztürk
“Kur’an’ın Temel Kavramları” adlı çalışmasında hanifin atalar
dinine aykırı davranan zındık ve sapık anlamlarına geldiğine işaret
eder. Burada sapık, sapkın anlamında olsa gerek. Hz. İbrahim din,
dogma, tabu olarak önüne konulanı kabul etmemiş, içinde yaşadığı
toplumu karşısına almıştır. Kendisine öğretilen dini değil,
sorgulamaya neden olan aklı esas alarak, babasının, atasının dinini
reddetmiştir. Bu oldukça önemlidir, “lâ ilâhe” böyle başlamıştır:
olumsuzlama.
Hanif olmak, istisna olmak demektir; kaideyi bozan türden bir
istisna. Giorgio Agamben “Homo sacer” isimli kitabında Schmitt’ten
şu alıntıyı yapar: “Genel olan üzerinde tutkuyla değil, rahat bir
bolluk içinde düşünülüyor. Halbuki istisna, geneli yoğun bir
tutkuyla düşünüyor.”
Emin olunuz ki bu cümle din ve felsefenin mahir bir özetidir.
Maurice Blanchot “Sonsuz Söyleşi”sinde sistemin, bir aşırılıkla
karşılaşması durumunda, kendisini aşan bu şeyi yasaklamak suretiyle
içine aldığından ve bu şekilde de kendisini kendisinin dışına
taşırdığından söz eder.
Agamben, Alain Badiou’nun şu ilginç saptamasına da yer
veriyor:
Üyelik, aidiyete (topluma ait bireyler gibi);
Kapsanma ise, temsile (devlet tarafından “seçmenler”
olarak yeniden kodlananlar gibi) tekâbül eder. Böylece:
Hem aidiyete hem de temsile sahip olanlara normal
terim,
Temsil edilen fakat aidiyeti olmayanlara çıkıntı
terim,
Aidiyeti olan fakat temsil edilmeyene münferit terim
adını veriyor.
Üçüncü terimin istisna olduğunu söyleyen Badiou, egemenliğin
istisnaya uygulanmasının, istisnaya uygulanmamak sureti ile
gerçekleştiğinin altını çiziyor. Fazla uzatmayayım, “istisna bütün
tarafından içlenemeyen ve zaten her zaman içinde olduğu bütünün bir
üyesi olmayan şeydir” diyor.
Bu tür önermeleri irdelemeden, Hz. İbrahim’in uydurma olduğuna
“inanan seküler birey” ile, bu peygamberin temsil ettiği bilinç
mertebesi üzerine hiç kafa yormadan “inanan dinci birey” arasında
anlamlı bir fark olabilir mi?
Aklın kullanılmasından söz edildiğinde hepimiz hiç tereddüt
etmeden aklımızı zaten kullandığımızı düşünür, zihnimizle
karıştırırız. Kur’an’da sözü edilen faal akıldır. Faal akıl
olumsuzlama yapma yetisindedir. “Lâ” diyebilmek devinimi başlatır;
dışarıya değil, kendine; kendi üretimine. Sonucu mutlaka
dönüşümdür. İbrahim ise o güne dek aklını gerçekten kullanıp
kullanmadığını sorguladı: kendi düşüncelerini olumsuzladı.
Bunun felsefede de karşılığı vardır. Binlerce yıl sonra
Descartes da aynı şeyi yapacaktı. Hegel ise felsefi olarak bunun
nasıl yapılacağını mantık dizgesinde göstermiştir. Bu atlandığı
için, en sağlam Hegel okuru bile aklın Kant basamağına geri
düşebilmektedir. Ayrı konu.
Hz. İbrahim’e din diye dayatılanın putperestlik olduğunu, oysa
kendimizin doğru bir din anlayışı içinde yetiştirildiğini
düşünebiliriz. Her peygamber bir bilinç aşamasına işaret eder.
Hedef olarak bir saray tanımı yapılmıştır; bize ait değildir.
İçinde yaşayacağımız sarayı bizzat inşa etmek durumundayız; en
sağlam temeli atmayı başarıncaya dek yıkıp yıkıp tekrar yapmak
zorundayız.
Dogmatik din anlayışı nedeni ile İslâm âlemi neredeyse Âdem
dönemine kadar gerilemiştir. Bugün Hz. İbrahim’in yaptığını
yapamamışken, Muhammedi olduğumuzu düşünmemiz normal midir? Hz.
İbrahim’in sorgulama sırasında sorduğu sorular bize basit
gelebilir, gelmelidir de. Ne de olsa yaklaşık 4 bin yıl önce
sorulmuş sorulardır ama bu sorgulamalar, zorunluluktan doğan bir
samimiyettedir. Bizler, kendi yaşantımızdan doğan ilâhlarımızı
saptamakta çekingen davranmamalıyız: Kendimizi özdeşleştirdiğimiz
bilgimiz, mesleğimizin getirdi ünvan ve şöhret, paramız, makamımız
(koltuk), el âlem ne der hastalığımız, yalnızlık korkumuz birer
put/ilâh örneğidir.
Benzer sorgulama “seküler” olarak tanımlanan kesim için de
geçerlidir. Mitlerin dinlerden, dinlerin felsefeden, felsefenin
bilimden atıldığı pozitivist bir anlayışla nereye baksa ve baktığı
her yerde balon gibi şişmiş bir “ben” bulmayı başaran zihin, günün
sonunda mutsuzdur. Sıkı sıkıya sarıldığı ve savunduğu bilimi, aklın
aslında kapsayarak aşabildiğini; bilimin yalnızca yalıtılmış bir
alana ait gerçekleri ortaya koyabildiğini, sınırını
görememektedir.
Yaşam, sıkça, yüksek debili bir nehir gibi akıyor ve biz
tutunmaya çalışıyoruz; nehrin sakin bölgelerini özlüyor, nefesimizi
kesen bölgelerine tekrar girmemek için tutamak arıyoruz. Oysa,
İbrahim şelalenin sesini duyduğu halde ve hatta şelalenin sesini
duyduğu için kendini bırakmış olsa gerek. Büyük düşüş olmadan Hz.
İsa ile tanışamayacağını sezmişti belki de: uzun, yapayalnız,
bitmek bilmeyen bir düşüş…
“Baba, bu kâseyi benden uzaklaştır” diye dua edenin, “Eli, eli
lama sabaktani?” diye çaresizlik içinde kıvranacak olanın bereketli
mayasıdır Hz. İbrahim. “Tokat atana diğer yanağını uzat” “Benim
sizi sevdiğim gibi komşunuzu sevin” diyebilen bilincin.
Muhammed’e giden yol uzun…