Hz Musa, Çılgın Titus, Çilekeş Simon ve Hızır'ın kenti!
Antakya’nın Samandağ ilçesi, şimdiki haliyle, herhangi bir ilçeye benziyor. Anacak Samandağ tarihi bir şehir ve birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. Bunu görebilmek için şehrin dışına çıkmak, Musa Dağı’nın eteğindeki Titus Tüneli’ne, şehre bir başka tepeden bakan Saint Simon Manastırı’na gitmek gerekiyor.
SAMANDAĞ - Köye göre biraz çukur bir yerde çınar ağacı ama nedense, dallarıyla bütün köyün üstünü örtmüş gibi geliyor bana. Evler, araçlar, insanlar her şey çınarın dalları altındaymış gibi bir his bu. Bir devinim, bir ses ya da sessizlik varsa, bu görkemli dalların gölgesi altında gerçekleşiyor sanki.
Aşağıda, su kenarında yeni yapıldığı belli olan kafeler var. Bu kafelerde dışarıdan geldikleri belli olan insanlar oturuyor, çay içip çınar ağacına, incecik akan suya bakıyorlar. Yolun biraz yukarısında ise eski bir köy kahvesi görünüyor. Birkaç yaşlı adam, sanki kendi içlerine çekilmişler, aşağıda olup bitenlerle ilgilenmiyorlar. Yaşlı adamlardan biri, elindeki bastona çenesini dayamış, gözlerini ayakucuna dikmiş, kim bilir neler düşünüyor.
Araçlar ve gürültücü turistler olmasa sessiz ve hatta ıpıssız bir köy meydanı olacak. Aşağıda akan suyun ve çınarın yaprakları arasından geçen rüzgarın sesinden başka hiçbir şey duyulmayacak.
EFSANELER VE GERÇEKLER
Hatay’da yaşayan şair, fotoğrafçı ve insan hakları savunucusu Servet Üstün Akbaba fotoğraflar çekiyor. Bir diğer şair arkadaşım Utkun Büyükaşık, gövdesine yakın durduğumuz ağacın efsanesini anlatıyor.
Rivayet o ki, Hazreti Hızır ile Hazreti Musa Samandağ’da buluşmuşlar. Daha sonra Hıdırbey köyünden geçerken, Musa, elindeki asayı yere saplıyor ve aşağıdaki sudan içiyor. Geri döndüğünde asanın yeşerdiğini görüyor. Bu nedenle ağacın adı, halk arasında, Musa Ağacı olarak biliniyor.
İnanışa göre asa, abı hayat suyunda can bulmuştur. Ağaç, binlerce yılda bugünkü haline gelmiş. Ağacın yanındaki levhada, ağacın gövde çapı 7.50, çevresi 21, yüksekliği ise 7 metre olarak tarif edilmiş. Aynı levhada, ağacın dallarının yaklaşık 1000 metrelik alanı kapsadığı ifade ediliyor. Böyle görkemli bir ağaç hakkında bir efsane olmasaydı şaşırtıcı olurdu.
Hıdırbey köyü ise aslında bir Ermeni köyü. Musa Dağı’nda kurulmuş Ermeni köylerinden biri. Maraş, Zeytun’da pastörlük yapan ve misyon yetimhanesinden sorumlu olan Dikran Andreasyan, 1915’te tehcir kararını alınca, karısını ve yetimhanedeki çocukları da yanına alarak, kendi köyü olan Yoğunoluk’a doğru yola çıkar. Yolda türlü belalar gelir başına. Ama sonunda Ermeni köylülerle buluşur. Onun köylülere önerisi, çöle sürgün gitmek yerine Musa Dağı’na çıkıp direnmektir. Ona uyanlar da oluyor uymayanlar da. Sonunda binlerce Ermeni köylü Musa Dağı’na sığınıyor, saldırılara karşı direnmeye çalışıyor. Bu direniş hikayesini Türkiye’deki çok kişi Avusturyalı yazar Franz Werfel’in “Musa Dağı’nda 40 Gün” kitabından biliyor. Ermeni köylüler, 40 gün süren direnişten sonra Fransa gemilerinin yardımıyla kurtuluyorlar. Önce Mısır’a giden 4 binin üstünde Ermeni, savaş bitince geri dönüyorlar. Ancak Antakya Türkiye topraklarına katılınca büyük çoğunluğu göç ediyor. Ermenilerden kalan köylere başkaları yerleştiriliyor. Hıdırbey köyüne ise Türkmenler yerleşiyor.
Rüzgar, Musa Ağacı’nın yaprakları arasından geçiyor. Su, kendi bildiğince usulca akıyor. Çenesini bastonuna yaslamış ihtiyar kalkıp gidiyor kahveden ve belki deminden beri aklından geçirdiği her şeyden. Ağacın dalları efsanelere ve gerçeklere ev sahipliği yapmaya devam ediyor.
DOR’DA BİR FOTOĞRAF KARESİ
Servet ve Utkun, incelik göstererek, bütün günü bana ayırmışlar, Samandağ civarındaki tarihi yerleri gösterecekler. Servet’in mütevazı arabasıyla Hıdırbey’den yukarı, dağlara doğru tırmanıyoruz. Bir süre sonra Dor Mabedi’nde duruyoruz. Mabetten geriye birkaç sütun ve dev taşlar kalmış. Yakın zamanda koruma amaçlı bir temizlik çalışması yapılmış. Kayayı delmek maharetine sahip incir ağaçları temizlenmiş.
Dor Mabedi’nin hangi tarihte yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak I. Antiochus’un Mısır’da hüküm süren Ptolemy’nin İskenderiye’de yaptırdığı Sema Tapınağı’na benzer bir tapınağı yaparak babasının küllerini buraya gömdüğü rivayet ediliyor. Bu anlamda, tapınağın en geç İ.Ö.3. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmeye başlandığı kabul ediliyor. I. Antiochus, bu tapınağı bir Nicatoreion tarzında düzenlemekten ziyade, Olimpik tanrıların (Zeus’un) anıldığı bir bina şeklinde yaptırmış.
Princeton Üniversitesi, 1939 yılında burada kazı çalışması yapmış. Yapılan kazı çalışmalarında Dorik stilde yapılmış tapınağın ölçülerinin 37x19 metre olduğu, 6×12 sütun sayısı ile yapının peripteros bir plan sergilediği tespit edilmiş. Bu kazı çalışmalarından sonra oradan çıkarılan eserler, kazıyı yapan Princeton Üniversitesi tarafından yurtdışına götürülmüş.
Samandağ ve 16 kilometrelik sahili buradan muhteşem görünüyor. Nemli rüzgar güneşin altında durmamıza olanak sağlıyor. Uzun süre aşağıya, eski liman kalıntısına ve köpüren denize bakıyoruz.
Görülecek başka yerler de var. Araba hareket ettikten sonra görüyorum biri genç iki kadını. Mabedin yan tarafındaki düzlükte bekleyen eski minibüsü de. Açık kapısından tost makinesini ve çay semaverini gördüğüm minibüsün yan tarafına küçük sandalye ve masalar konmuş. Kadınlar işte bu sandalyelerde, birbirlerine çok yakın oturuyorlardı. Bir şey konuşuyorlar mıydı yoksa sadece susuyorlar mıydı? Bilmek mümkün değildi çünkü Servet yola çoktan çıkmıştı. Şimdi aşağı doğru iniyorduk ve rüzgarlı tepede turist bekleyen o iki kadının fotoğrafını hafızama kaydediyordum.
BİR ÇILGIN PROJE: TİTUS TÜNELİ
Titus Tüneli’nin yapımı için 10 bin köle getirtilmiş. Murçlarla kaya oyulmuş. Tünel istenilen şeklini alınca kölelerin tümü öldürülmüş. Bu da bir rivayettir elbette. Ama Titus Tüneli’ne bakınca akıllara durgunluk veren bir emekle hazırlandığı belli oluyor.
İmparator Vespasianus, sel sularının limanı doldurmasını engellemek için yaptırmış tüneli. Tünel için 10 yıllık bir çalışma gerçekleştirilmiş. İmparator Vespasinus zamanında (M.S 69-79) başlanan tünel çalışması, imparatorun oğlu Titus (M.S 79-81) zamanında tamamlanmış. Tam 10 yıl boyunca Musa Dağı’nın eteklerindeki kalker kayalar delinir ve toplam uzunluğu 1.380 metreye varan kanal tamamlanır. Kanalın 130 metresi, 7 metre yüksekliğinde, 6 metre genişliğinde tavanı kapalı tam bir tünel şeklindedir.
Tünelin kapalı kısmına girmedik. Servet, karanlık tünelin bir süre sonra nefes almayı güçleştirdiğini ve zaten karanlıktan dolayı pek bir şeyin görünmediğini söyledi.
Romalılardan kalma bir köprü küçük ve çok şirin. Taşların birbirine sıkı sıkı konulmasıyla hiçbir harç olmadan sabitlenerek yapılmış köprüyü geçtikten sonra Beşikli Mağara’ya gidiliyor. Beşikli Mağara, Romalılar döneminde kayalara oyulmuş mezarların bulunduğu yer.
Mezar adasının bulunduğu alan, eski çağda ölüler şehri olarak adlandırılan bir nekropol olarak düzenlenmiş, mezar adasının bulunduğu kayalık yamacın kuzey, doğu ve güney yanında kayalık içine işlenmiş mezar odaları çevrelenmiş. Beşikli Mağara anıt mezarı, birbiriyle bağlantılı dört mekandan, tabana ve yan duvarlara oyulan pek çok mezar yatağından oluşuyor.
Tünelden Beşikli Mağara’ya kadar bir yürüyüş yolu yapılmış. Yol, bahçelerin içinden geçiyor ve yol boyunca yeni toplanmış meyveler satılıyor. Bahçe sahipleri tarafından yola yakın bir iki mütevazı mekan da açılmış. Buralardan hem yöresel şeyler alınabiliyor hem de odun ateşinde demlenmiş çay içilebiliyor.
ÇİLEKEŞ SİMON’UN KAYASI
Servet, Titus Tüneli’nden sonra muhakkak görmem gerektiğini iddia ettiği Aziz Simon (Saint Symeon) Manastırı’na götürüyor. Portakal bahçelerinin arasından bir yokuş çıkıyoruz.
Manastır inanılmaz güzel bir tepede. Hava puslu olmasına rağmen Samandağ sahili görünüyor buradan. Manastır kalıntılarının orta yerinde büyük bir kaya var. Servet, “Simon burada oturarak denize bakarmış” diyor.
Simon kim? Neden kendini bu dağ başına hapsetmiş? “Stilitler tarikatının kurucusu Saint Simon Stilit (MS. 389- 459) olarak kabul ediliyor. Kilikya ile Suriye’nin birleştiği sınır bölgede doğan ve genç yaşta Antakya’da yaşamaya başlayan Simon bir manastırda aldığı temel din eğitiminden sonra kendini kentin dışında bir hücreye kapatır. Burada 3 yıl yaşadıktan sonra kentin yakınında bir dağa çıkarak, burada kendini bir kayaya zincirler ve çevresine çizdiği bir çemberin dışına çıkmadan yaşamaya başlar. Sabrı, dayanıklılığı, inancı kısa zamanda duyulur ve Hıristiyanlık dünyasının her yanından hastalar, dertliler, çaresizler Simon’a akın etmeye başlar.” Simon hakkındaki rivayetlerden biri budur ama elbette başka hikayeler de anlatılır.
RÜZGAR GÜLLERİ, DUVAR YAZILARI, GELİN İLE DAMAT
Denizden yüksekliği 479 metre olan bir tepe üzerinde bulunan manastır kalıntıları, 1500 metrekare alan üzerinde bulunuyor. Sit alanı olan manastır çevresinde rüzgar gülleri var. Bu rüzgar güllerinin sit alanını ne kadar tahrip ettiğini kestirmek güç.
Duvar kalıntılarındaki yazılar ise memleket insanının aşkını ifade etmenin bir yolunu bulma konusundaki maharetini gösterir nitelikte. Manastıra girişte bir görevli bulunuyor, bu nedenle söz konusu duvar yazılarının daha önce yazıldığını düşünmek istiyorum.
Girişte bir kafe ve tuvalet var. Ancak ikisi de kapalı. Görevli, “Sular kesik olduğu için tuvalet kapalı” diyor. Sular ne zaman akmaya başlayacak? Belli değil.
Manastırı meraklı gözlerle dolaşan, bol bol fotoğraf çeken başkaları da var. İlginç olan, fotoğraf çektirmek için üşenmeyip buraya gelen damat ile gelin olmalıydı. Yanlarında getirttikleri fotoğrafçı poz verdiriyor damatla geline. “Şuraya bakın”, “Gülümseyin”, “El ele tutuşun.” Böyle talimatlar veriyor fotoğrafçı. Gelinle damadın yakınları, 479 metre yükseklikteki bu ritüelin bitmesini sabırla bekliyorlar.
Buradaki gezi de biterken, “Antakya bir günde gezilecek bir yer değil” diyor Servet. Daha gezilecek çok yer var ama bunun için zamana ihtiyaç var elbette. Samandağ’a doğru inerken, Servet, yol üstündeki bir incir ağacının yanında durdu. Henüz olgunlaşmaya başlayan incirlerden topladı. İncirleri yerken, bir de portakal mevsiminde gelmek gerekiyor buraya, diye düşündüm. Yeşil portakalların sararmasını izlemek, tarihi yerleri gezmek kadar lezzetli bir şey olmalıydı.