Sonuçlarını öngörmenin oldukça güç olduğu bir pandeminin ortasında, tüm dünya halkları neoliberal kapitalist yeniden yapılanmanın sonuçlarını çok ağır biçimde deneyimlerken AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tuhaf çağrısıyla birden kendime geldim. Biz, bize yeteriz! Evet Türkiye’deydik. Çağrı AKP Genel Başkanı’nın 7 maaşını bağışlayacağı açıklamasıyla başladı, bakanlar 6 maaş, ardından Rektör Erkan İbiş şahsının üniversitesinin çalışanlarına çağrı yaptı, şimdilerde kamu kurumlarında gönüllü-zorunlu maaş kesintileri iddiaları geliyor. Bu arada AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın üzerine forsunu özenle yerleştirdiği yerleştirdiği yardım kutularının İtalya’dan gelen görüntüleri düşüyor, Saray’a yakın birinin 125 test kitinin parayla satın aldığını, şahsi kullanımını sosyal medyadaki paylaşımından öğreniyoruz, krizleri çok seven ‘iş insanları’nın ‘evde kal’a Boğaz kıyısındaki evlerinden verdikleri sportif görüntüleri tartışma konusu oluyor. Başka ülke deneyimlerinden öğrendiğimiz kadarıyla hayati olan bölge verileri paylaşılmıyor, denetlenebilir ve güvenilebilir hiçbir bilgiye “biz” başka “biz”lere yakın olmayanlar ulaşamıyor. “Biz bize yeteriz” kampanyası duyurulduktan hemen sonra AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın IBAN’lı kampanyasını eleştiren bir yurttaş gözaltına alınıyor. Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin başlattığı kampanyalar ise merkezi hükümet tarafından hukuki dayanağı sakat olan bir kararla engelleniyor. Evet biz Türkiye’deyiz. Peki biz kimiz? Halk? Bir siyasi topluluk olarak halk kimdir? Ne zaman halk olarak ortaya çıkar? Temsil edilebilir mi her zaman?
KİMLER DAHİL BİZE?
Türkiye’de milyonlarca insan evde kalamıyor. Çünkü bu koşullarda önlem alınmadan çalışmak zorunda bırakılıyorlar. İşten çıkarılarak eve gönderilerin sayısını bilmediğimiz gibi evde nasıl geçindiklerini, yaşamlarını nasıl sürdüreceklerini de bilmiyoruz. Çünkü AKP’li yılların yoğun neoliberal yeniden yapılandırma süreci sosyal devletin bütün kalıntılarını yok etti. Çünkü Sağlık sistemi hastane patronlarına para kazandıracak alanlara yoğunlaştı. Çünkü güvencesiz çalışma işçileri sigortasız, geçici işlerde çalışmak zorunda bıraktı. Çünkü sendikalar üzerindeki baskı işçilerin hak taleplerinin devlet eliyle ezilmesinin aracı oldu. Ertesi gün işten çıkarılsa geçinemeyecek olan milyonların bağışlayacakları 7 maaşı yok ve birçoğu ücretsiz izne çıkarıldı. Zaten maaşları olsa da 30’u bir araya gelse ancak AKP Genel Bakanı Cumhurbaşkanı’nın bir resmi maaşına yaklaşabiliyor. Elektrik, su, doğalgaz, internet faturalarını düşünmelerine gerek olmayan bir sarayda da yaşamıyorlar. Sahi ne kadar dolar verilecekti şu S-400’ler için, kaç milyar dolardı? SİHA’ları yapan Bayraktar Ailesi, ihale meselesi hâlâ çözülemeyen Tank Palet Fabrikası ve Sancak Ailesi “biz”in neresinde? Af edersiniz onlar beka sorunuydu değil mi? Peki doğamızı yağmalayan HES krallarının, köprü baronlarının, medyayı satın alan patronların bildiği, bizim duyduğumuz bir havuz iddiası vardı, ona ne oldu? Hazinede anlaşılan yok, havuzda da mı para kalmadı? Sahi bir cumhurbaşkanının böyle bir dönemde yapacağı maaşını bağışlamaksa ve 7 ay maaş almadan, işsizlik sigortasından da yararlanmadan geçinebilecek bir birikimi varsa o zaman o maaş da gereksiz değil mi? Bakanlar için de geçerli bu. Yani kendi sorunumuzu kendimiz çözebileceksek -ki mahallelerde, belediyelerde ortaya çıkan, Nilgün Toker’in ifadesiyle “gerçek” dayanışma bunu gösteriyor- bizlere IBAN numarasını adres gösteren bir devlete neden ihtiyacımız var? Her gece camilerden dua dinlemek için mi? Devlet kavramının içinin bu kadar boşaldığı, gerçek bir olağanüstülüğün, gerçek dışılığa bu kadar karıştığı bir dönemde, evet, “‘biz’ bir siyasal topluluk olarak kimiz?” sorusu her zamankinden fazla önem kazanmaya başladı.
BİZE NE OLACAK?
Kapitalist merkezde 1980’lerde sınıf mücadelesinin geldiği aşamada oluşan dalga ile, Türkiye’de 12 Eylül darbesi aracılığıyla oluşturulan sınıfsal olarak geniş emekçi kitlelerin bastırılmasına, siyasal olarak demokrasi karşıtlığına ve ideolojik bireyciliğe dayanan sistem bütün ayakları ile çöktü. Türkiye’de bu çöküş çok sert krizlerin ortasında yaşanıyor. İçişleri bakanının bir kişiye açıkça gözaltına alırım tehdidini yöneltebildiği, temel hakların hukuki dayanaktan yoksun genelgelerle kısıtlanabildiği bir “hukuk devleti”; seçilmiş belediye başkanlarının, parti başkanlarının tutuklandığı bir “demokratik devlet”; bütün çocukların imam hatip liselerine yöneltildiği bir “laik devlet”; yurttaşlarını işsizlik, güvencesizlik, örgütsüzlük koşullarında yaşamaya terk eden bir “sosyal devlet”; cumhurbaşkanın şahsı olarak yabancı devletlerle toplantı yaptığı bir “cumhuriyet”iz. Biz?
“Biz”, bir içerik ve biçim sorunu olarak artık sınır noktasındadır. Biz, bize yeteriz sorusu da her zaman kimin kime yeteceği sorusunu birlikte getirir beraberinde. 1980’lerden beri de bu soru geniş emekçi kesimlerin çok küçük bir azınlığa yeteceği şeklinde yanıtlanıyor. Bugün gelinen sınır noktasında soru baki. Yanıtı ise “biz”e bağlı olarak değişecek.