İBB'den deniz seferberliği mi?
Doçent Ece, bilinenin ya da söylenilenin aksine İstanbul Boğazı'ndaki tanker trafiğinin son yirmi yıl içinde gittikçe azaldığını ekledi. Çevrebilimci Prof. Cemal Saydam Kanal İstanbul’un doğal dengeleri altüst ederek Marmara’yı öldüreceğini on yıllara yayılan çalışmalarına dayanarak gösterdi.
Abbas Karakaya
Fatih Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında hizmete girmiş Tersane-i Amire, bugünkü adıyla Haliç Tersanesi dünyanın gemi üretim, bakım ve onarımlarının sürdürüldüğü yaşayan en eski tersanesi. Tarihi, kültürel, ekonomik kıymeti kadar, dünya mirası da kabul edilen bu endüstriyel mekânın 564'üncü kuruluş yıldönümü, 11 Aralık 2019’da, mekânın bünyesindeki kapalı, dev imalat atölyesinde adı Deniz Çalıştayı olan bir etkinlikle kutlandı. İBB ve bağlısı Şehir Hatları Vapur İşletmelerinin düzenledikleri çalıştay doyurucu ve akılda kalıcı idi. Sabah dokuzda gelip en son konuşmacıyı da dinledikten sonra çalıştaydan umutlarla ayrılırken İBB ve Şehir Hatları yeni dönemde deniz seferberliği mi başlatıyor, güzel sorusu aklıma geldi.
Çalıştayın açılış konuşmasını İBB Şehir Hatları Genel Müdürü Sinem Dedetaş yaptı. Sunumda Şehir Hatlarının halihazırdaki durumunu ve ‘devrimsel dönüşüm’ alt başlığı ile İstanbul’daki deniz ulaşımını nasıl iyileştirebileceklerini anlattı. Dedetaş’dan sonra söz alan Ekrem İmamoğlu ise Kanal İstanbul adlı projenin bir ‘dayatma olduğunu’, bir kişinin sözünün arkasından gitmenin, bu kişi ben olsam da, yanlış olacağını, ancak bu konudaki tek ikna edicinin akıl ve bilim olduğunu vurguladı. İmamoğlu yeni yılın ilk haftasında İBB olarak Kanal İstanbul konulu bir çalıştay düzenleyeceklerini de duyurdu konuşmasında.
Çalıştayın düzenleyicilerinin açılış konuşmalarından sonra çalıştayın oturumlarına geçildi. Üç oturumda toplam on konuşmacı İstanbul ve deniz ulaşımı, kanal İstanbul ve deniz kültürü başlıkları altında doyurucu tebliğler sundular.
Birinci oturumun konusu İstanbul’da Deniz Ulaşımı idi. Prof. Reşat Baykal denizin ulaşımdaki payının zaman içinde, özellikle 1950’den sonra, azalışını, gerilemesinin tarihçesini anlattı. 1950’den sonrasının bir kırılma noktası olduğunu, o zamandan bu yana hem yolcu hem yük taşımacılığında egemenliğin en pahalı ulaşım yöntemi karayollarına geçtiğini; mevcut iktidarın Cumhuriyet döneminin sanayi ve tarım tesislerini satarak ayakta durmaya çalıştığını da söyledi Baykal. İkinci konuşmacı Yük. Müh. Tansel Timur ise Tersane-i Amire’nin elde kalan son parçasında çalıştay düzenlemenin kendisini umutlandırdığını söyledikten sonra deniz taşımacılığının nasıl birçok yönden, özellikle de çevre dostu bir taşımacılık yolu olduğunu çeşitli bilimsel çalışmalardan alıntı ve referanslarla gösterdi. Haliç Tersanesi'nin, tersaneler bölgesinin bir deniz teknolojileri üretim merkezi olması gerektiğinden, İstanbul’a özgü bir vapur markası yaratmanın aciliyet ve önemine de dikkat çekti. Üçüncü konuşmacı Dr. İsmail Hakkı Acar ise İzmir’de gerçekleştirdikleri deniz-kara ulaşımlarını bütünleştirme projesindeki tecrübelerini paylaşarak böyle bir çalışmanın İstanbul için de yapılmasının artık zorunlu hale geldiğini ve bunun yapılabilirliğine dikkat çekti. Acar konuşmasında birkaç kez İstanbul’un artık bir su değil, kara kentine döndüğünü de vurguladı. Sabahki oturumun son konuşmacısı Prof. Mustafa İnsel ise deniz araçlarının yarattığı sualtı gürültü kirliliği ve hava kirliliklerine dikkat çekerek bu kirlilikleri en aza indirecek deniz, gemi teknolojileri geliştirilmesinin gerekliliğine işaret etti. Gemi makinelerinde kullanılan fosil yakıtlar dışındaki başka yakıt türlerinin avantaj ve dezavantajlarını da mukayeseli olarak sundu.
Öğle yemeğinden sonra yapılan ikinci oturumun konusu ise bir felaket projesi olan Kanal İstanbul’du. Bu oturumda üç araştırmacı söz aldı. Birinci konuşmacı Doç. Dr. Jale Nur Ece, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının bize ait tapusu, teminatı olduğunu, Lozan’dan sonra ikinci zafer olduğunu defaten belirtti. Ayrıca, Montrö Sözleşmesi'nin Karadeniz’de ‘barışın anahtarı’ olduğunu da ekledi. Doçent Ece, bilinenin ya da söylenilenin aksine İstanbul Boğazı'ndaki tanker trafiğinin son yirmi yıl içinde gittikçe azaldığını da ekledi. Çevrebilimci Prof. Cemal Saydam Kanal İstanbul’un doğal dengeleri altüst ederek Marmara’yı öldüreceğini on yıllara yayılan çalışmalarına dayanarak gösterdi. Bu proje tamamladıktan sonra, hata yaptık geri dönelim deme şansının olmadığını, bu projenin rafa kaldırılması değil, tümüyle unutulması gerek olduğunu üstüne basa basa söyledi. Hayatını Marmara, Akdeniz ve Karadeniz’i çalışmaya adamış bir denizbilimci olarak Kanal İstanbul ÇED raporu için kendisinden değerlendirme talep edilmediğini de belirtti emekli Prof Saydam. Bu oturumun son konuşmacısı İKS ve KOS gönüllüsü, bağımsız araştırmacı Cihan Uzunçarşılı Baysal idi. Konuşmasının başlığı Kanal İstanbul Karşısında Yerel Halk ve Başka Bir Kent Tahayyülü idi. Kanal İstanbul’un geçeceği hat üzerindeki köylerde yaşayan halkla yaptığı görüşme ve saha gözlemlerine dayanan konuşmasında yok olacak, silinecek insan hayatları ve yaşam alanlarını anlatarak konuşmasının odağında doğrudan insanı oturttu. Gerçekleşmiş başka bir felaket projesi ürünü olan 3. Havalimanı ile yok edilen yaşam alanları, insan hayatlarından da örnekler veren Baysal çalıştayın en duygulu sunumunu yaptı. Kanal İstanbul gibi kâbuslardan kurtulmanın yolunun yöre halkını dinlemek ve onlarla beraber örgütlenmekten geçtiğini de ekledi.
Çalıştayın üçüncü, son oturumda da üç konuşmacı vardı ve oturumun adı Deniz Kültürü idi. İlk konuşmacı Sunay Akın’dı. Mitolojide, edebiyatta ve folklorda İstanbul ve denizleri üzerine anlatılanlar, yazılanlardan ve gerçek insan hikâyeleri ve olaylarıyla harmanladığı, toplumsal ve siyasi dokundurmalar da içeren bir konuşma yaptı Akın. Konuşma aslında, Bandırma vapurundan Jules Verne’e, Boğaz'ı yürüyerek geçen Deniz Ütğm. Atilla Hülagu’dan kıyıların doldurulmasını da eleştirdiği daldan dala, enerjik bir performansa dönüştü. İkinci konuşmacı Dr. Sinan Yardım ise çoğumuzun haberi olmayan, nispeten yeni diyebileceğimiz bir gelişmeyi konu yaptı tebliğinde: İstanbul Boğaz’ında, Marmara kıyılarından son on yıl içinde gelişen, dört mevsim yüzmeyi hedefleyen yüzme gruplarını anlattı. Dinleyicileri denizde yüzmeye özendirdi. Yok olan eski İstanbul plajlarına alternatif bir gelişme olarak görülebilecek bu tür yüzme grupları için güvenlikli parkur, mayo değiştirme kabini, duşlar gibi maliyeti yüksek olmayan tesisler talep etti belediyeden. Kent içindeki bu yüzme gruplarının, yarışlarının artırılması, yaygınlaştırılması için belediye ile işbirliğine de hazır olduğunu söyledi. Çalıştayın son konuşmacısı emekli tümamiral Cem Gürdeniz’di. ‘Mavi vatan’ teriminin de yaratıcısı da Gürdeniz ömrünü Türkiye toplumunun denizci bir toplum olmasına adamış bir isim. Amiral Gürdeniz, konuşmasında belirttiği gibi, Koç Üniversitesindeki Türkiye’nin ilk ve tek deniz konulu ‘think tank’in kurucu müdürü. Denizci bir ulus olarak doğulmaz, ama devletler uluslar denizci yapar diye konuşan Gürdeniz, devletin, yani merkezi hükümetin bu görevini aksattığı yerde işin belediyelere düştüğünü söyledi. Bu meyanda konuşmasında deniz kültürünü geliştirebilecek için yirmiye yakın öneri, fikir sundu. Belediye’yi bu konularda görev almaya davet etti.
Çalıştayın başarısı ilham verici tebliğlerle sınırlı değildi. Gün boyu süren ikramlar, hizmet veren personelin nezaketi de not düşülmeli. Öğlen yemeği olarak verilen balık ekmek, baklava ve içecek ve öğle yemeğinin tersane rıhtımına aborda olmuş ŞH Fatih vapurunda yenmesi çalıştayı düzenleyenlerin ayrıntılara ne kadar dikkat ettiğinin şık bir göstergesiydi. Yazımın başındaki genel değerlendirmede çalıştayın doyurucu ve akılda kalıcı bir etkinlik olduğunu yazdım. Hiç mi yolunda gitmeyen bir şey olmadı derseniz, çalıştay mekânın ısıtılması yetersizdi; çok üşüdük, derim. Turgut Uyar’ın Çok Üşümek adlı şiirinde dediği gibi- Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün- Haliç tersanesindeki 11 Aralık 2019 tarihli Deniz Çalıştay’ında çok üşüdüğümüzün anısı kalır. Ama en azından benim için güzel bir anı, İstanbul Deniz Seferberliğinin başladığı güne tanık olduğumun anısı.