İbrahim Keivo: Ben Mezopotamyalıyım

2014’te IŞİD Şengal’e girdiğinde ben dışarıdan eve geldim, ağabeyim Ekrem televizyonun önünde oturuyordu ve önünde de mendili vardı, yaşı da ilerlemiş, ağlıyordu. Diğer kardeşim ve yengem de oturmuş ağlıyorlardı. İçerip girip “Hayırdır?” dedim. “Ne hayırı İbrahim, ne hayrı! Hele bak şuna, bu çocuğu görüyor musun, o küçücük olanı, o dedemiz değil mi, şu Serkis değil mi, Hıloç değil mi yaa?” Hepimiz ağladık, her gün ağlıyorduk.

Abone ol

Tofan Sünbül

DUVAR - İbrahim Keivo ile Ermeni ve Ezidi Fermanını, Kızıl Çarşamba Bayramını (Çarşema Sor), vatanınına olan özlemini, ailesinin hikayesini ve onun sanat hayatının üzerine konuştuk. Van’dan başlayıp Viranşehir’e oradan Amude ve Haseke’ye, en sonunda da Suriye İç Savaşı’ndan dolayı Almanya’ya uzanıyor hikayesi, anlatırken duygulanıyor, duraksıyoruz... Nisan'ın 15'i Ezidilerin Kızıl Çarşamba’sı ve Nisan Ermeni Fermanı’nın ayı; hem Ezidi dini ve fermanı hem de Ermeni Fermanı onun sanatına büyük bir etki yapmış. Sanatçı Keivo şarkılarını beş dilde –Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Arapça ve Aramice– söylüyor ve beş enstrüman – buzuki, saz, ud, cümbüş, kemençe– çalıyor. Mezopotamya’nın toprağından çıkmış ve kendisini Mezopotamyalı sanatçı olarak tanımlıyor. Bazen Ezidi oluyor, bazen Asuri, bazen Kürt, bazen de Ermeni. Kısacası Mezopotamyalı. Mezopotamya coğrafyasının renklerini konser ve festivallerde giydiği renkli renkli sahne elbiseleri ve albümündeki şarkıları da bize bunu gösteriyor. Dedesinin hikayesi tekerrür ediyor, onun ve ailesinin de hikayesi oluyor.

‘MÜZİK ARAÇLARIMI İLKİN KENDİ ELLERİMLE YAPTIM’

Senin ve ailenin uzun bir hikayesi var. Nasıl bir çocukluk yaşadın, büyüdüğün yer sana nasıl bir etki yaptı?

Sevgili köyüm Dugir (İkitepe)’dir, orada doğdum, Amude’ye bağlı. Eskiden o köy yukarıya Mardin’e bağlıydı. Ezidi Kürt milletimiz orada yaşıyordu, ben daha çocukken müziğimi beğeniyorlardı. Çok erken yaşta müziğe başladım, 9-10 yaşlarındaydım, okulda üçüncü-dördüncü sınıfa gidiyordum. Profesyonel entsrümanlarımı almadan önce müzik araçlarımı ilkin kendi ellerimle yaptım. Helva ve mazotun tenekesi vardı, içlerine bir çubuk geçirdim, onun üzerine de tel bağlayıp çalmaya başladım. Müzik hayatımda ilginç bir şey var: Babamın değirmeni vardı, halen çalışıyor. Değirmenin üzerinde bir motor vardı, eski bir modeldi. Sekmanı 'Birrrr birrr...' diye ses çıkarmıyordu, sekmanı nasıl bir ses çıkarıyordu? Şöyleydi: “Tak tak tak tak...” İşte ben o değirmenin tak sesi ile ritmi öğrendim. Kalkıp bahsettiğim sazımı yaptım, o teneke ve tellerle. Gidip o motor sekmanının önünde durup şarkılarımı söyledim. Köye düğünler için birçok çalgıcı gelip saz çalıyorlardı. Çocukluğumda gidip o sazcıların önünde bekliyordum ve acayip bir şekilde bakıyordum. Bekliyordum ki çalgıcılar benden bir hizmet istesinler. Sanatçıların hizmetini, getir- götürüsünü yapmayı çok istiyordum.

.

Mesele sazı çalan: “Bir tas su” diyordu. Ben herkesten önce koşup suyu getiriyordum. Daha çocuğum. Babam -Allah ölülerimize rahmet eylesin– baktı müziğe çok hevesim var, babam çocukken sanatımı seviyordu. Birgün bile bana yanlış yapıyorsun demedi. Babam değirmenci ve tamirciydi yani Amude, Kamişlo, Haseke ve Dirbesiye tarafında yaşayan Kürtlerin motorlarını, sınıra yakın olan köylerdeki motorların hepsini o tamir ederdi. Babam benim müzik eğitimi almamı kafasına koymuştu. Bizim Ezidi milletimizin müzik kutsaldır, onlarda müzik haram değildir, yanlış ve günah değildir. Yani müziği icra eden de kutsaldır. Her Ezidi’nin evinde ya bir saz ya da bir kavalın asılı olması gerekir. Ezidiler de def ve kaval çok kutsaldır. O zamanlar ben ve babam bize

yakın olan bir köye motorun tamiri için gittik. Müslüman bir Kürt yanımıza geldi, o köydeki herkes Müslüman’dı. Benim babama 'Ekrem’in Babası' diyorlardı, ağabeyimin ismi Ekrem. Babamın ismi Georgis, fakat Kürtler Georgis’i telaffuz edemiyorlardı, babama 'Cırcis' diyorlardı. Biri gelip bize: “Ekrem’in Babası, köydeki bir ev saz almış ama o evdekiler sofu, haram diyorlar. Sazı satacaklar.” Babam dönüp: “Ben de saz arıyorum, hani nerede?” dedi. Beraber kalkıp o eve gittik, küçüğüm haa, dördüncü sınıfa gidiyorum, 10 yaşındayım. Ev sahibi sofuydu, Sofu Muhammed Ali’ydi. Babam: “Sofu duydum ki sen de bir saz varmış.” Dedi: “Evet valla, oğlum bir saz almış Ekrem’in Babası, saz bize uygun değil, günahtır, olmaz.” Babam: “İbrahim’e ver sazı, hakkı neyse de vereceğim.” dedi. O zamanlar 250 Suriye lirası çok kıymetliydi. Bu olay yaklaşık 1975’te oluyor, on yaşındayım. Sofi babama: “Oğlum 250’ye almış ama Ekrem’in Babası sen bana 30 lira fazla vereceksin, 280’e vereceğim.” dedi. Babam da; “Ver, bir şey olmaz.” deyip aldı, sazı elime aldım ve öylece baktım.

‘SAZI KENDİMLE BERABER YATAĞIMA KOYUP YORGANI ÖRTÜYORDUM’

O anlarda ne hissettin?

Sanki bir rüyada gibiydim, inanamıyordum. O sazı kucağıma aldım, hani yazın sıcağında çok fazla susayan biri bir çeşmeye denk gelip suyu nasıl güzel içerse öyleydim. O anı asla unutamıyorum. Saz benden daha uzundu, elime aldım sazı. Köye vardım. Bütün köylüler etrafımda toplandı, sazımı onlar için çaldım, yaşlılar, büyükler, küçükler, çocukların hepsi eğlendiler. Sazı kendimle beraber yatağıma koyup yorganı örtüyordum, onunla beraber yatıyordum, yatağıma koyuyordum. Sabah kalktığımda onu da kaldırıyordum, nereye gitsem yanımda götürüyordum. O zamanlar dedem Serkis: “Oğlum, sazın kaçmayacak ki, sakin ol” diyordu. Ben de: “Dede sazım benden küsüp gider diye korkuyorum” dedim. Benim sanata başlamamın tohumları o köyde ekildi ve köyüm Dugır’a çok teşekkür ediyorum. Bizim köyümüzde iki tepe vardı, ismi oradan geliyor. Hepsi Ezidi’ydi sadece bizim evimiz Ermeni’ydi.

‘YEDİ DAĞ AŞMIŞLAR, NİSAN’DA YÜRÜMÜŞLER VE ÜÇ AY SONRA VİRANŞEHİR’E VARMIŞLAR’

Ailenin o köydeki hikayesi nasıl başladı peki?

Dedem dokuz yaşındayken Ermeni Fermanı başladı. İnsan yaşadığı acı şeyleri unutamaz. Büyük Ermeni Fermanı’ndan sonra dedemin babası Van’da öldürüldü, bütün ailesini kaybetti. Bir kafileyle Van’dan Viranşehir’e üç ayda geliyorlar. Biz buna 'Yaylaların ülkesinden sıcakların ülkesine geldi' diyoruz. Van yaylaydı, Viranşehir ovaydı. Dedem bize: “Viranşehir’e vardığımızda bizim kafileyi süren Türk askerleri sıcaktan öldü, çoğu kaçıp gitti, kafileyi bıraktılar” dedi. Onun bulunduğu kafiledeki bazı yaşlılar öldü, küçükler dayanamayıp yolda düşmüşler. Dedem: “Genç olup biraz gücü kuvveti olanlar sağ kaldı” dedi.

.

Yedi dağ aşmışlar, Nisan’da yürümüşler ve üç ay sonra Viranşehir’e varmışlar, yazın orası çok sıcaktır. O çocuk olarak tek kalmış, bir çadır görüp ona doğru yönelmiş ve bakmış ki içinde üç adam oturuyormuş. O üç adam Virannşehir’in Ezidileriydi. Dedem: “O zaman daha yeni Kürtçeyi öğrenmiştim. Onlardan biri şeklime bakıp bana: Sen Ermenilerin çocuğu değil misin? dedi. Ben korkudan evet de diyemiyorum, daha küçüktüm, belki merhamet ederler diye onlara: Evet Ermeniyim.” demiş. Biri ona: “İyi, hiçbir şey olmaz, sen Amcana ulaştın artık.” demiş.

‘DEDEM ANNESİNİN İSMİ İÇİN İKİ İSİM SÖYLÜYORDU: YA NİGAR YA DA FİGAR’

O Ezidi ailenin ismi neydi?

Adamın ismi Xelefê Şelaş’tı, dedemi büyüttü, yirmi iki yaşına getirdi. Ninem de Ezidi bir ailenin yanındaydı. O da Hristiyanlık dini ile büyüdü. İkisini birleştirip evlendirdiler. Dedemin eşi de

İzmir’den bir kafileyle Viranşehir’e ulaşmıştı. Nenemin ismi Zabel’di, kardeşinin ismi Agop’tu, onlarda çocuktu ve dedem gibi ailelerini kaybetmişlerdi. Dedem babasının isminden başka bir ismi bilmiyordu, “Ben Keivo’nun oğlu Serkis’im. Dedem kim bilmiyorum.” diyordu. Ama hafızasında birçok isim kalmıştı. Dedem annesinin ismi için iki isim söylüyordu: Ya Nigar ya da Figar. Ben ve ağabeyim evlendikten sonra çocuklarımızın ismini koyarken hep dedemizden soruyorduk. “Dede bu kız, hangi ismi koyalım?” diyorduk. “Aklımda bir isim var, belki de o benim kız kardeşimdi, Anush adında biri vardı, kızın ismini Anush koyun.” dedi. Babasının ismi Keivo idi, ağabeyimin oğluğunun ismini Keivo koyduk.

‘OĞLUM OLURSA İSMİNİ BENİM OĞLUMA VERECEK MİSİN?’

Peki sen fermanda hayatını yitiren ailenden birinin ismini çocuklarına verdin mi?

Ben dedemin ismini oğluma verdim. Oğlumun ismi Serkis. Kendim gidip ismini istedim, isteğim buydu. Dedeme “Oğlum olursa ismini benim oğluma verecek misin?” dedim. Gözyaşları içinde bana “İsmimi senin hizmetkârın yapayım, sana nasıl vermem ki.” Dedemin ismini oğluma koydum. Dedemin iki ismi var, Ezidilerimiz dedeme Türk askerleri onu arayınca bulamasınlar diye ve o Ermenice ismi ona unutturmak için bir isim koymuşlar, “Bu Serkis Ermenidir” demesinler diye, “Hıloç” ismini vermişler. Bu Ezidi Kürtlerinin bir ismi, yani ihtimalen Hallacı Mansur’dan geliyor, mutasavvıf, sofi olan. Dedemin Kürtçe ismi 'Hiloçê Evdîyê Ezmanê Şelaş'. Saf bir Ermenice ve Kürtçe ile konuşuyordu, başka bir dil konuşmuyordu.

‘DAHA FAZLA SÖYLEYEMECEĞİM, SÖYLERSEM GÖZYAŞLARIM DÖKÜLECEK’

Annen sana Ermenice ilahi ve kasideler okumuş...

Annem aslen Mardin Ermenilerinden, şimdi ki Kızıltepe’nin eski ismi Ermentepesi’ydi. Orada yaşayan Ermeniler geçmişten beri Türkçe ve Kürtçe konuşurlardı. Kiliselerinde İncil’i Türkçe okurlardı, bunlar Katolik Ermenileriydi, Ortodoks değillerdi. Annem Ermeniler ve Ermenilerin tehciri üzerine Ermenice, Türkçe ve Kürtçe birçok şarkı söylerdi. Çok acı bir sesi vardı, ben o sesle her gece yatıyordum. Onun sesi beni çok etkilemiştir. Türkçe şunu söylerdi: “Kalkın bakın, bu Ermenilere ne yapıyorlar? Oyy oyy oyy aney...” Çok garip bir his, daha fazla söyleyemeceğim, söylersem gözyaşlarım dökülecek. Annem daha çok ferman üzerine şarkılar söylerdi, kilisedeki birçok dua ve ilahileri de söylerdi, gazel okurdu.

‘BU GÖRÜNTÜYÜ KAYALARIN ÖNÜNE KOYSAN KAYA ERİR, BEN İNSANIM’

Fermanlardan bahsettik, deden Ermeni Fermanı’nı (1915) Van’dayken yaşamış ve tehcir edilmiş. Sen de 2011’de Suriye İç Savaşı’na tanık oldun, daha sonra 2014’te 73. Ezidi Fermanı gerçekleşti. Bu fermanın da şahidisin, deden ve annenden fermanları dinledin, bu acılar ve şahitliklerle büyüyorsun. Bu tanıklıklar senin şahsına ve müziğine nasıl bir etki yaptı?

Her şeyden evvel kendime bir soru soruyorum, teknoloji ve internet dünyayı küçük bir köy yaptı. Ben hep şunu diyorum 'maalesef', bütün dünyanın gözü önünde nasıl oluyor da insanlar pazarda satılıyor, çocuklar nasıl öldürülüyor? Bahsettiğim bu görüntüyü kayaların önüne koysan kaya erir, ben insanım bana nasıl etki yapmasın ki. Niçin böyle oldu? Bunu durduracak hiç kimse yok muydu? Hadi 1915’te medya, internet yoktu ama o zaman Amerika’nın, İngiltere’nin Osmanlı’da konsoloslukları vardı, hepsi bunu görüyordu, hiçbir şey yapmadılar. Ezidi Fermanı beni çok kötü bir şekilde etkiledi.

Birincisi dedem konuştuğunda, her gece ağlayarak yatıyordum. Bize şunu söylerdi “Babamı gözlerimin önünde öldürdüler, çocukken dağ bayır yürüdüm, kırda bozkırda kurt ve ayıları görüp

onlardan saklanıyordum, içecek suyum yoktu, ekmek yoktu.” Yaşadığı bu zorlukları anlatıyordu, biz ağlayıp kırılmış bir kalple yatıyorduk, biz de 'bunlar niçin onun başına geldi?' diye düşünüyorduk.

İkincisi Viranşehir’den başka bir fermanla sınırın alt tarafına tehcir oluyorlar, tekrardan kendi ülkesinde mülteci oldu. “Oradaki ülkemiz de güzeldi, tekrardan tehcir edildik.” diyordu. Bu da dedem için çok zordu. Bütün bunlardan sonra kendi gözlerimle Ezidi Fermanı’nı gördüğümde dedim ki: “Bu fakir ve iyi milleti ki insanlığı, hayatı, keyfi seviyorlar, insanları ölümden kurtaran halkı öldürüyorlar, kesiyorlar, satıyorlar...”

Sonra Suriye İç Savaşı oldu... Ezidi Fermanı’ndan sonra dini şeylerin içine daha fazla girdim. Bu acıların içerisinde keyifli güzel şeyleri bulup onları insanlara sunup onları tekrardan neşelendirmek istiyorum, keyiflendirmek istiyorum.

‘O DEDEMİZ DEĞİL Mİ, ŞU SERKİS DEĞİL Mİ, HILOÇ DEĞİL Mİ YAA?’

Bütün bunlar olunca zihninde Ermeniler ve Ezidiler arasında bir karşılaştırma yapıyor muydun?

2014’te IŞİD Şengal’e girdiğinde ben dışarıdan eve geldim, ağabeyim Ekrem televizyonun önünde oturuyordu ve önünde de mendili vardı, yaşı da ilerlemiş, ağlıyordu. Diğer kardeşim ve yengem de oturmuş ağlıyorlardı. İçerip girip “Hayırdır?” dedim. “Ne hayırı İbrahim, ne hayrı! Hele bak şuna, bu çocuğu görüyor musun, o küçücük olanı, o dedemiz değil mi, şu Serkis değil mi, Hıloç değil mi yaa?” Hepimiz ağladık, her gün ağlıyorduk. Ezidiler Şengal Dağı’na doğru kaçtıklarında dedemin konuşmalarıyla bahsettiği görüntüler, nasıl yürüdükleri, biri şu taraftan düşüp ölüyordu biri bu taraftan düşüp ölüyordu. Ermeni Fermanı’nda anne ölen çocuğunun üzerine toprak dahi atamıyordu, Şengal’de de öyle oldu, çocukları için bir mezarı bile kazamıyorlardı. Arapça 'Alttarikh mutakarir' (Tarih tekerrür eder) diyorlar, işte tarih aynen tekerrür edip geri döndü. Maalesef bu zamanda yaşanılanlar daha zor çünkü her şey açık bir şekilde ve gözlerinin önünde oluyor. Dünya bu olanlara çok sessizdi, kimse bu son fermanda Ezidilere yardım ettik demesin. Sadece Şengal Dağı yardım etti onlara, sadece dağ. Kürtlerin esas dostu dağdır. Filistinli şair Mahmud Derviş “Kürdün rüzgardan, dağdan başka dostu yoktur” diyor. Başlarına bir şey geliyor ve dağa sığınıyorlar. Ezidiler üzerine ne söylesem kalbimin içindekileri anlatamam.

‘ŞEYH ADİ ORADAN ÇIKIP BANA: OĞLUM BURADA NE YAPIYORSUN? DİYECEK DİYE HİSSETTİM’

Laleş’e Ezidilerin kutsal toprağına ilk defa ne zaman gittin, orada neler hissettin?

Kürdistan’da (Irak Kürdistan Bölgesi’nde) 2013’te büyük bir festival gerçekleştirdik, ben ve dostum Gani Mirzo ve Alman yönetmen Michael Draier’in yardımıyla uluslarası birçok sanatçıyı, 80-90 sanatçıyı Erbil ve Süleymaniye’de bir araya getirio festivaller yaptık. O zaman programıma Laleş’e gitmem gerektiğini eklemiştim, ziyarete gittim. O kutsal ve tarihi yere kim gidebiliyorsa gitmeli. Oraya gidince garip düşünce ve hayallere dalıyorsun, orada birçok yer var vallahi o kadar antik yerler var ki belki tarihçiler onun tarihini bulamayacak kadar çok eski, en az 2000 yıl öncesinden bahsediyorum.

.

2019’da da bir proje için gittim. Süryani asıllı Lübnanlı bir arkadaşım dünyadaki dinlerin müziği hakkında bir belgesel çekecekti, Ezidilerin müziğini eklememişti. Ona bunun da eklenmesi gerektiğini söyledim ve ekledi, Kızıl Çarşamba Bayramı için gittik, müziği Laleş’in kaynağından aldık; adetleri, semayı, ritüelleri, şarkıların sözlerin nasıl söylendiğini, sazın, defin ve kavalın nasıl çalındığını, hepsini büyük bir kutsallıkla kaydettik. Orada gönlüm birazcık da olsa rahatladı,

Ezidilerin hizmetine daima hazırım. Ezidi milleti olmasaydı şu an İbrahim sana bu röportajı veremezdi, var olmayacaktım, sahnelerde olmayacaktım, ne İbrahim ne de İbrahim’in ailesi olacaktı. Kaybolup silinecektik. Yaradana şükürler olsun ki dedemin yolunu hayatı ve selameti seven bu millet ile kesiştirdi.

Ezidiler sabah erkenden kalkığ dualarını ederler, dualarını güne karşı yapıyorlar, onların inancında güneş günün Allah’ı, yaradanıdır. Güneş olmazsa hayatta olmaz. Dualarını şu şekilde yapıyorlar: “Ya Rab yetmiş iki dini koru sonra da bizim dinimizi koru.” Bizim dinimizi yetmiş iki dinden önce koru demiyorlar, ne kadar hoşgörülüler. Derler ki “Ya Rab dünyayı koru sonra da beni koru, ya Rab insanların çocuklarını koru sonra da benim çocuklarımı.” Orada hissettiklerimi birkaç cümle ile anlatabilirim: Dört bin sene öncede olduğumu hissettim, yeni olan her şeyi unuttum, kendimi unuttum. Şeyh Adi oradan çıkıp bana: “Oğlum burada ne yapıyorsun?” diyecek diye hissettim. Secadi oradan çıkacak, Tavus Meleği’nin ruhu üzerimde uçuyor gibi hissettim. Orada bir sürpriz oldu, Ruhani Meclisi’ndeki herkes beni tanıdı, onların beni tanıyacaklarını düşünmüyordum. Hepsi birbirini çağırıp “İşte İbrahim gelmiş, İbrahim burada...” dediler. Laleş’in hizmetini yapan Çavuş Baba ve Laleş’in piri, Laleş’in talebeleri hepsi birbirini çağırdı, çok sevindiler. Yedi gün boyunca bir evde misafir olarak kaldım.

Bugün Kızıl Çarşamba Bayramı, Ezidiler bu günü kutluyorlar. Ezidi Kürtleri ve Kızıl Çarşamba için bir mesajın var mı? Bu korona olmasaydı bu yıl yine orada olacaktım. Kızıl Çarşamba Bayramı’nızın hep keyif ve güzellikle geçmesini diliyorum, siz de diğer milletler gibi rahata erişin, hayatınız sürekli fermanlarla, kötülüklerle geçmiş. Sizin için güzellik olsun istiyorum, insan insanlığına, iyiliğine, hayrına, aslına dönsün istiyorum. Bayramınız kutlu olsun, hep hayır ve güzellik içinde olsun.

‘BİR HAFTADA İKİ BAYRAM KUTLUYORUM’

Kızıl Çarşamba Bayramı’nı evinde kutluyor musun?

Bizim dünkü bayramımız –Paskalya– ile Ezidilerin bayramı arasında ortak bir şey var; o da yumurtaların boyanmasıdır. Biz yumurtalarımızı dün boyadık, Çarşamba gününe kadar kızıl, renkli yumurtalarımızı saklıyoruz. Nasıl ki Paskalya bayramı için arkadaşlarım ve dostlarım bana mesaj ve tebrik atıyorlarsa, Kızıl Çarşamba Bayramı için de o şekilde kutlama mesajı atıp arıyorlar. Köyde ve Haseke’de kutluyorduk, bizim bayramımızdır. Bir haftada iki bayram kutluyorum.

‘SİZİN MÜZİĞİNİZDE İLİM VE ENTELEKTÜELLİK VAR’

Sanat hayatına gelelim. Akademik eğitimini nerede aldın?

Lise eğitimimi Haseke’de aldıktan sonra Haleb’e gittim. O zaman en büyük olan ve tanınan Halep konservatuarında okudum. Biz öğrenciydik, bölümde büyük hocalar vardı. Fakat en büyük hocamız Nuri İskender’di, aslen Urfa’nın Süryanilerindendi ve o da mülteci olmuş ve ailesiyle beraber Halep’e gitmişlerdi. Hocamız beni ve Cezire bölgesinden beraber gittiğimiz arkadaşlarımızı çok sevmişti, onlardan biri kardeşim Gani Mirzo’ydu. Ben ve Gani yaklaşık 35 yıldır beraberiz. Nuri İskender bizi ayırıp “Siz öğrenci değilsiniz benim gözümde, benim arkadaşlarımsınız çünkü siz yeni ve farklı bir şey söylüyorsunuz. Sizin ki sadece müziği değil, sizin müziğinizde ilim ve entelektüellik var.” Eğitimimizi tamamladıktan sonra da bizimle bağını koparmadı, ne işi olsa bizi kendi işlerine dahil ederdi. Gani benden önce Avrupa’ya geldi, ben kaldım. Ben hep Nuri Hoca ile Avrupa’ya festivallere geliyordum, büyük tiyatrolarda çok fazla performanslarımız oldu.

Saz ve bozukanın virtüzüsün, bunların dışında virtüzü olduğun başka bir enstrüman var mı?

Müzikten çok fazla hoşlanıyorum, ilk enstrümanım sazdı, babam bana almıştı. Sonra bozukayı sazın arkadaşı yaptım ve o da sürekli benim yanımdaydı. Kemençeyi de Kürtçe folklorik şarkılarda ve düğün şarkılarında çalıyorum. Cümbüş ve udu da virtüz olarak çalıyorum.

‘BU İŞİMİN BİR SIRRI VE ESRARI’

Kürtçe şarkılarını söylerken saz çalıyorsun, Ermenice söylerken cümbüşü çalıyorsun, Arapça söylerken udu çalıyorsun. Yani müziğinin dilini değiştirince enstrümanında değiştiğini görüyoruz. Senin müziğinin dilleri ve enstrümanların arasında nasıl bir diyalektik ve ilişki var? Ben tek başıma bir konsere gittiğimde yani benimle beraber orkestra olmadığında, bütün aletlerimi ve enstrümanlarımı yanımda götürüyorum: Saz, bağlama, cümbüş, kemençe, ud, bozuka. Konserlerimin başlangıcında şarkılarımı söylediğim beş dille daima dinleyicileri selamlarım. Mesela Almanya’da konserlerimi yaparken ilkin Almanca 'guten abend' yani 'iyi akşamlar' diyorum. Ben onlara “Almanya’da siz hepiniz birbirinize tek bir dille ‘guten abend’ diyorsunuz. Ama benim ülkemde bir şehirde yüz metrede bir beş dille birbirimize 'iyi akşamlar' diyoruz.” diyorum. Biz Kürtçe birbirimize ‘êvarbaş’, Arapça ‘masa alkhayr’, Ermenice, Süryanice, Aramice hepsinde birbirimize iyi akşamlar diyoruz, selamlaşıyoruz ve onların gözü açılıyor. Şarkılarımı Aramice söylerken uzun gırtlak sazımı çıkartıyorum, Aramiceyi bitirdikten sonra Ezidi bir şarkıya geçince Şengalin sazını çıkartıyorum, modern bir şey söylerken bağlamayı çalıyorum, Arapça’ya geçerken ud çalıyorum. Yani şarkılarımın dilini özellikle enstrümanlarıma bağlıyorum, enstrümanlarımın da bir dili var. Aletlerim asıllarına dönüyorlar Kürtçeye, Ermeniceye, Arapçaya... Bu işimin bir sırrı ve esrarı.

‘BEN MEZOPOTAMYALIYIM’

Sen İbrahim Keivo’yu nasıl tanımlıyorsun, hayat felsefen nedir?

Ben kendimden ve yaptığım işlerden razıyım, insanlık için bir şeyler yapıyorum. Kendimle barışık bir insanım, kendi canımdan sıkılmadım. Bu dünya için yapabileceğim bir şey varsa asla esirgemem, o şeyi yapamazsam da bu Allah’ın malumudur.

Dünyanın neresindeki sahnesindeysem “Ben Mezopotamyalıyım.” diyorum. Şimdi olan bir şey değil dedemden beridir Mezopotamyalıyım. Ben Kürt İbrahim oluyorum, Ermeni İbrahim, Süryani İbrahim, Asuri, Arap, Ezidi İbrahim, Müsülman, Hristiyan, Yahudi, ben insanım, Mezopotamyalıyım. Köyümden Cizre’ye dengbêjlerin kilamları için gidiyorum, Hakkari’ye Asuriler, Keldaniler için gidiyorum, Musul-Irak sınırına gidip Arapları dinliyorum... Bu zaten ben de ekilmiş bir şey, bu şeyi çok seviyorum. Suriye’de bana verdikleri bir sıfat var, “Cezire Şarkılarının Sefiri” diyorlar. Lakaplardan hoşlanmıyorum ama manevi lakaplar hoşuma gidiyor. Beni çoğu defa 'İlim Konsolusu' olarak görüyorlar. Mezopotamyalı lakabı beni çok sevindiriyor.

‘BU ELBİSELERİM RENKLERİYLE, DİNLERİYLE, KAVMİYETLERİYLE MEZOPOTAMYALIDIR’

Konser ve festivallerinde rengarenk elbiseler giyiyorsun, çok güzel bir enerjisi var, bu elbisenin bir hikayesi var mı?

Bu benim büyüdüğüm yer ile bağlantılı, bu renkler benim annemin, babamın, dedemin hikayesidir, Ezidi büyüklerinin, bütün dinlerin hikayesidir. Bizim Kürtlerimizin elbiseleri çiçekli, renkli ve güzeller, Ermenilerimiz güzel elbiseler giyiyorlar. Bütün bunlar bende bir fikir oluşturdu, bu tarz bir sürü renkli elbise yaptık. İnsan tencereye bir yemek koyduğunda lezzetli olması için içine tüm baharatları, eti koyar. Benim bu elbiselerim de öyledir, renkleriyle, dinleriyle, kavmiyetleriyle

Mezopotamyalıdır. Bu fikirden sonra ben ve eşim bu fikrin üzerinde durduk, eşimin ismi de Kasya’dır, bana bu konuda çok yardımı oldu. Dizayn ve terzilikte becerikli, o da müzisyen.

‘MÜZİĞİME DÜMEN VE HİLE YAPMADIM’

Birçok uluslararası festivalde ve birçok Avrupa ülkesinde Flarmoni Orkestrası, Osnabruck Oda Müziği Orkestrası, NDR Big Band gibi büyük ve tanınmış orkestralarla sahnelere çıktın. Bu festivallerde Gani Mirzo, Kinan Azmeh, Aynur Doğan, Firmesk, Hüseyin Zahawy, Roni Barrak, Cemil Koçgiri gibi usta sanatçılarla şarkılar söyleyip çaldın. Festivallerdeki performansında seni çok enerjik görüyoruz, müziğini hissedip içinde yaşıyorsun, hatta bazen kendini tutamayıp oynuyorsun, izleyicilerde seninle beraber oynuyorlar. Bu enerji nereden geliyor, bu moda nasıl giriyorsun, müziği hissetmen nasıl gerçekleşiyor?

Bu uzun sorunu iki-üç cümle ile anlatabilirim. Bütün bunlar benim kalbimdeki hakikatten geliyor. Müziğime dümen ve hile yapmadım, kesinlikle. Şimdi kalkıp tek başıma sazımı çalsam sanki tiyatroda beni dinleyen 5 bin varmış gibi çalarım, Hamburg’taki en büyük flarmoni orkestrası ile konser yaptım. Bu benim kalbimden çıkan bir gerçektir, bu enerjiyi dinleyecilerim sanki sahnedeymiş gibi hissediyorum, onlar benimle beraber çalıp söylüyor gibi hissediyorum, onları ben dinliyormuşum gibi hissediyorum, onların benimle orkestra olduklarını hissediyorum. Bütün bu gördüklerinin hepsi bundan kaynaklanıyor. Hayatımda hiçbir defa sazıma hile yapmadım, mesela sazımın sesi güzel çıkmazsa da bilirim ki güzel çıkmamıştır, kendi kendime bu senin gerçeğin diyorum.

.

Çoğu defa sahneden indiğimde birçok dinleyici bana “Valla sen bize o şarkıyı tercüme etmeden önce, o şarkı Kürtçedir, Ermenicedir demeden önce, biz senin ne dediğini anlıyoruz. Bu söylediğin şarkı aşk üzerineydi, bu yiğitlik üzerineydi.” diyorlar. Anlamını çıkarabiliyorlar, işte tüm bunlardan sonra kalbimde daha fazla bir heyecan oluşuyor. Tiyatroda, salonda sahneye çıktığım zaman ister istemez bir korku oluşuyor içimde, ama ayağımı oraya atar atmaz şarkı söylemeye başlıyorum, o an dinleyicilerle beraber eridiğimizi hissediyorum. Ben, seyirciler ve orkestra, beraber eriyoruz. Bir festivalde orkestrayı bozuyorum, maestro kalkıp benimle halay çekiyor, oynuyor. Maestrosuz orkestra olmaz, maestronun sürekli yerinde durup orkestrayı yönetmesi gerekiyor. Ama o da kendini tutamayıp benimle beraber oynadı.

‘MIHEMED ARIF CIZRAWİ KÜRT TARİHİNİN YENİ SESİDİR’

Kürt müzisyenlerle iletişimin var mı, hangi sanatçıları dinliyorsun?

Birçoğu ile iletişimim var, yenilerden zaten kardeşim, müzisyen ve büyük besteci Gani Mirzo ile neredeyse her gün internet üzerinden konuşuyoruz, çalıyoruz, söylüyoruz. Her şeyden önce sevgili Gani. Eskileri çok fazla seviyorum: Hemê Îsê çok iyi bir dengbêjdir. Mesela Mem ve Zin’i ondört gece boyunca söyler ama yine bitiremezdi. Dewrêşê Evdî, Siyamend ve Xecê’yi bir haftada bitiremezdi. Sesi ve makamı çok güzeldi. Ondan sonra Şakiro, Mehmûdê Hisî. Mihemed Arif Cizrawi Kürt tarihinin yeni bir sesidir, onun sesi kadar güzel ve saf bir ses bu dünyaya gelmedi daha. Onun arkadaşı İsa Berwari, ondan sonra Tahsin Taha, Erdewan Zaxoyi, Eyaz Yusif, rahmetli Mihemed Şêxo, Seid Yusif, Mehmud Eziz. Kuzey ülkesinde Ayşe Şan, Meyrem Xan, bu sesleri unutamıyorum. Türk müziğinde halk türküsü söyleyen İzzet Altınmeşe, Nuri Sesigüzel ve Allah rahmet eylesin, Ahmet Kaya. Eğer Ahmet yaşıyor olsaydı birbirimizi göreceğimizi düşünüyorum. Bir şarkımı Ahmet Kaya için yazdım, daha paylaşmadım, dayı oğlumun ismini Ahmedo koydum. Dayı oğlumun sesi de aynı Ahmet Kaya’nın sesi gibi, bu şiiri onun için de yazdım. Klasik müziği de çokça dinlerim: Mozart, Aram Khacaturyan, Beethoven. Ermeni sanatçı Charles Aznavour’u da seviyorum. Söylemediğim çok fazla isim var.

‘GÖZLERİM DİL OLDU VE HER YERLE VEDALAŞTILAR’

Fermanlardan bahsederken “tarih tekerrür eder” dedik. Dedenin muhacir olduğunu görüyoruz, bu Suriye İç Savaşı’ndan sonra senin ve aileninde başına geldi. 2014’te mecburen Almanya’ya göç ettin. Ülkenle, topraklarınla vedalaşırken ne yaptın?

Hep söylüyorum ve yine söyleyeceğim, her şeyden evvel gönlümde yatan üç azizimin mezarına gittim: Dedem, annem ve babam. Dedemin mezarına gittim, elimi onun başına koydu ve ona “İznin olursa gideceğim, nasıl ki sen tarihte yüzünü ızdıraplara geri çevirip değiştirdin, ben ve çocuklarımda değiştireceğiciz. Ama sakın zannetme ki seni unutacağım, sana geri döneceğiz ya sağ ya da ölü senin, babamın, annemin yanı başına gelip gömüleceğim.” Her şeyden öte bunu yaptım ve onlarla vedalaştım, durumlar düzelirse onların yanına tekrardan döneceğim, ölüm de gerçekliğimiz. Onlara sağken geri dönmek istiyorum, onlara mum yakmak istiyorum, eğer bu olmazsa da ölümle döneceğim, vasiyetimde onların yanına gömülmek istediğimi sürekli söyleyeceğim.

İkincisi duvarlardan, yerlerden, sokaklardan, evlerden, orada kalan arkadaş ve dostlarımdan sadece bakış ile söz ile değil hatır isteyip vedalaştım. Gözlerim dil oldu ve her yerle vedalaştılar. Bu konuşmayı daha fazla sürdüremeyeceğim. Ben şu an buradayım onlar bana sitem ediyorlar, o duvarlar, toprak, dedemin mezarı, babam ve annem serzenişte bulunuyorlar... “İbrahim geç kaldın, niçin?” diyorlar bana. Ben hep diyorum: “Misafirim.”

‘NAHOŞ ŞEYLERİ ÖZLEDİM’

Yabancılık ve gurbetliğin sancılı geçiyor. Ülkenin en çok neyini özledin?

Her şeyden evvel ben mülteci değilim, muhacir değilim, ben misafirim, bu ülkede misafirim. Edepli bir misafirim, yaptığım işlerle oturup kalkıyorum, üzerimde nasıl bir ödev varsa gözüm üstüne. Uzun süreli bir misafirim, öyle ya da böyle döneceğim, kanaatim hep bu yönde. Kendimi bir rüyadaymış gibi hissediyorum, halen de o rüyadan uyanamadım, diyorum ki bu bir rüya. Gözlerimi açtığımda evimde kendi yatağımda olacağım. Evim halen orada, evimin anahtarı cebimde, eşyalarımın yarısı orada, kitap ve defterlerim, okulum, dostlarım...

Hepsini özledim, ülkemin rüzgarını, suyunu özledim. Nahoş şeyleri özledim, nahoş şeyleri görmek istiyorum: Hani sokakta yürürken çukurlar vardı ve ayağım içine girer ve acırdı, onu hatırlıyorum, o aklımda. Bazen bir yerlerden kötü bir koku gelirdi, işte o kokuyu özledim. Yani insanın doğup büyüdüğü yer insanın kanına, canına, hayal ve vicdanına sirayet ediyor.

‘BANA BU BENZETMEYİ LAYIK GÖREN KÜRTLERE TEŞEKKÜR EDİYORUM’

Kürtler seni bugünün Karapetê Xaço’su, Aram Tigran’ı olarak görüyorlar, seni bu isimlere benzetiyorlar. Çünkü aslen Ermeni bir sanatçısın, Karapet ve Aram da öylelerdi ve senin gibi Kürt müziğine çok fazla hizmet edip değer verdiler. Sen bu benzetmeyi nasıl görüyorsun?

Bana bu benzetmeyi layık gören Kürtlere teşekkür ediyorum, inşallah bu hizmeti yapabilirim. Allah’ın rahmeti Garabet ve Aram Digran’ın üzerine olsun. Bu benzetmeyi yakın görüyorum, gerçeklik barındırıyor. Bir keresinden Aram’a soru soruyorlar: “Niçin bu kadar Kürtçe şarkı söylüyorsun?” diye, o da: “Babam Kürtler sanat bakımından zayıflar, yapabilirsen sanatları için onların hizmetini yap, ben de babamın dediklerini yapıyorum.” der. Dedemin kendisi “Biz Ezidiler, Kürtler aynı evde beraber yaşıyor gibiydik, aramıza fitne ve fesat sokanın evi şen olmasın, bizi ayrıştırdılar.” derdi. Eğer ben Kürtlerimizin gözünde Garabetê Xaço’nun ve Aram Digran’ın devamı gibi görülüyorsam o değerli halkıma çok teşekkür ederim. Bu millet benim ruhumdur, canımdır. Küçükten en büyüğüne kadar öpüyorum, hepsine başarı ve rahatlık diliyorum.

Ibrahim Keivo: Ez Mezopotamî me