Albüm çok uzun ve haliyle akışı problemli olsa da Mabel’in albüm kavramına verdiği önem takdire şayan. Müziğe dair kısıtlı yeteneğine rağmen sosyal medyanın dayatmaları ve nimetleriyle müziği amaç değil araç olarak gören, üç günlük dünyada bir günlük sunî şöhret uğruna herkesi basamak yapmaya meyilli fırsatçıların at koşturduğu ekosistemde müziğin kendisine, besteye, söze, şarkıya verdiği önemle işini yapan, yaratan, sunan herkesi sakınmalıyız
Hayatta imkânsız şeylerin ve müzikte imkânsız hayallerin peşinde, onulmaz dertlerin sürek avında yaşanan sızılar ve çekilen cefalar üzerine bir yazının başındayken sevgili editörümden gelen telefonla son zamanların en mühim müzik işlerinden biri olan ve henüz cuma günü çıkan Mabel Matiz’in Fatih albümü hakkında yazmaya sevkoldum. Türkiye’nin en fazla sevilen ve dinlenen şarkıcılarından ve kariyerinde belli bir noktaya gelmiş olması ister istemez yalnızca albüm hakkında değil, kendisinin müzisyenliği, söz ve şarkı yazarlığı ve bana göre ayrıca görsel sanatçı olarak ele alınabileceği bir portre yazmayı meşru kılıyor. Kendiliğimden bu albümle ve sanatçıyla ilgili yazmaya karar vermemiş olmamın başlıca nedeni, daha öncelerindeki gibi, dinleyicisi olmadığım şarkıcılar ve gruplarla ilgili yazmaya elimin kolay varmaması. Vardığı nadir örneklerden biri birkaç ay önce Anadolu Ejderi Gaye Su Akyol’un albümü, zıddı bir örnekse elimin beni önden sürüklediği, Küçükçiftlik Park’ta 17 Eylül’de vereceği konserin 15 bin adet bileti geçen hafta içi 48 saatte tükenen mor ve ötesi’nin Sirenler’i hakkındaki yazıydı.
Gelelim Mabel Matiz’in bana göre üç manalı Fatih’ine: “Fatih”, “fatih” ve “FATİH”. İlki, sanatçının gerçek ismi olan Fatih Karaca’dan; ismiyle cismini hizalayarak kendi tarifiyle “Mabel” ile “Fatih”i yekvücut hale getirdiği albümün ismi. İkincisi, cins isim haliyle “fatih”; kiminin gönlünü, kiminin kalbini, kimine ve çok belli ki Mabel Matiz’e göreyse Türkiye’nin popüler müziğini “fetheden” sanatçının ve kariyer albümünün iddialı ve işlevsel tanımı. Sonuncusuysa, belki benim, sanatçının bugüne kadar özenle kurduğu görsel evrene fazlaca yaslanarak onu özdeşleştirdiğim “Sultan” imgesinde İstanbul’dan çıkıp her türlü akışkan cinselliği cezbeden ve büyük harflerle betimlediğim “FATİH”. Bu üç başlı sunumdan yola çıkarak anlatmaya çalışacağım düşündüklerimi.
Yirmi beş şarkısı, 1 saat 46 dakikalık sinema filmi süresiyle albüm fazlasıyla “büyük”, tıpkı Spotify ile albüme yönelik yapılan özel çalışmanın ürünü, New York’un Times Meydanı’ndaki devasa Mabel Matiz - The New Album – Fatih görselinin olduğu LED ekrandaki gibi. Albüm, ismi “Fatih” olmasaydı albümün ismi olabilecek “Aşkım Gülüm” ile açılıyor. Bir seneyi aşkın zamana yayılan ön tanıtım sürecinde yayınladığı 4 teklinin ardından çoğu dinleyicisine bu büyük albümün uvertürü olarak sunduğu bu ağdalı ağıt, albümün birkaç şarkısındaki gibi başka bir şarkı yazarı ve/veya prodüktörle yapılan çalışmalardan biri; kerli ferli bir açılış. Ardından, öncül teklilerden ve yine bir ortak çalışma ürünü olan oynak “Uçkun” geliyor. İlk iki şarkının bu ülkeden olmayan iki Arap kökenli müzik insanıyla (sırasıyla Zeid Hamdan ve Hello Psychaleppo) üretilen çalışmalar olması manidar; sıradışı bir seçim. Bırakın 25 şarkıyı, 10-12 şarkılık albümü dizmek büyük meseleyken Mabel’in bu 25 şarkıyı sıralamak için ne hummalar geçirdiğini tahmin edebiliyor insan. Bu iki şarkıda birden altı kalın çizgilerle çizili “anne” teması gözden de kulaktan da kaçmıyor, nitekim Fatih’e kadarki en büyük albümüne annesinin ismi “Maya”yı veren bir sanatçıdan bahsediyoruz.
Üçüncü şarkı ve YouTube’da 24 saatte 500 bin kez seyredilen klibiyle birlikte odak şarkısı olarak cuma günü yayımlanan “Numaracı” adı gibi bir şarkı; Matiz’in birkaç varoluşsal halinden birinin kutlaması. Şarkıda bariz bir Tarkan selamı, klibindeyse birden fazla selam, sevgi ve saygı var: Selam yine Tarkan’a ve 30 yıl sonra yeniden canlanma eğilimindeki 90’lar Türk popuna (ve kliplerine). Sevgi, buruk da olsa, artık kısmen nostaljik kısmen kara mizahî bir şaka olarak olsa da ülkemizin kayıtlı müzik sektörünün kalbi addedilen “Unkapanı”na, yani İstanbul Manifaturacılar Çarşısı [İMÇ] 5. Blok’a. Saygıysa bana göre bu ülkede yapılmış en iyi şarkı ve video kliplerden biri olan Kenan Doğulu’nun “Çakkıdı”sına (Söz-Müzik: Sezen Aksu). Parantezdeki isim öylesine değil; “Fatih”in kök hücresine inmeye kalksak hem yolda hem dipte rastlayacağımız isim, yine, “O”. Yanında yetiştiğim Arif Mardin’in tabiriyle “national treasure” (“ulusal hazine”) Sezen Aksu. Bugün Türkiye’de ve her şeye rağmen bugünün Türkiye’sinde müziğin yaratıcı alanında iştigal eden herkesin, son yıllarda muhtelif nedenlerle çok fazla insanın kalbini kırmış olmasına rağmen istese de kaçamayacağı, bırakın kaçmayı dört elle ve Rabia olmayan “dört“ koldan sarıldığı o büyük müzik insanı: Sezen Aksu. Bu şarkılar sadece Aksu’ya değil, Sezen Aksu’yu benliğimizin ve varlığımızın bir parçası kılan yüce aranjör-prodüktör Onno Tunç’a da bir teslimiyet – düzenlemelerin tamamı bir yana dursun, davul tonu bile yeter!
Dördüncü ve beşinci şarkılarla birlikte Mabel “hepimizin geldiği yer” diye düşündüğünü hissettiğim 80’ler ve 90’ların şarkı bazlı, aranjör-prodüktör imzalı pop / hafif müzik geleneklerine yaslanıyor. Ama tembel bir yaslanma değil bu. Sevgi ve saygıyla üzerine koymayı güzel dengeleyen şarkılar geliyor. İlki, Nilüfer tarafından seslendirilen Adnan Ergil’in “Böyle Ayrılık Olmaz” şarkısına yeni bir yorum derecesinde benzer nakaratıyla “Kara Dantelli Gençliğimize”, ikincisiyse Mabek Matiz’in albümde söylemekte en zorlandığı iki şarkıdan biri olarak nitelediği “Müphem”. Bu etkileyici açılış beşlisinden sonra albüm ve hikâyesi, ikinci ve daha sıradan perdesine geçiyor. Teklilerden biri olarak yayımlanan, hem şarkı hem video klip olarak çok güçlü “Karakol” ve harikulade bir ud taksimiyle açılan, Mabel’in kendisine en fazla “değdiğini” ve yazarken çok ağladığını söylediği şarkılarından “Bahçemin En Zor Gülü” haricinde, gencinden olgununa birkaç düetin (üretken ve özenli Melike Şahin, ismini ilk duyduğumda aşka dair belirtisiz isim tamlaması sandığım ama “Başka Bir Şey” adlı [ve yine Sezen Aksu imzalı] ve bende bambaşka bir yeri olan şarkının icracısı Aşkın Nur Yengi, kalbinin nerede olduğunu asla anlayamadığım Kalben ile olanlar) yer aldığı ve bir çırpıda dinleyiciyi 15. Şarkıya götürüveren perde burası. Epik anlatıya soyunurken epik anlatının her tuzağına düşen ama yine de kendisini izlettiren (dinlettiren) sekans.
Burada bir durmak gerek. Albüm çok uzun ve haliyle akışı problemli olsa da Mabel’in albüm kavramına verdiği önem takdire şayan. Müziğe dair kısıtlı yeteneğine rağmen sosyal medyanın dayatmaları ve nimetleriyle müziği amaç değil araç olarak gören, üç günlük dünyada bir günlük sunî şöhret uğruna herkesi basamak yapmaya meyilli fırsatçıların at koşturduğu ekosistemde müziğin kendisine, besteye, söze, şarkıya verdiği önemle işini yapan, yaratan, sunan herkesi sakınmalıyız. Yapay zekanın gerçek zekayı taklit ederek aslını yok etme meyline uyumlanmadan bu zenaatin özüne sadık kalarak yaratıcı üretimine devam etmeyi seçen tek tük ismi bir kenara koymalı ve uğursuza yem etmemeliyiz. Bunu demişken, övgüye mazhar ettiğimiz o yaratıcı yürekler henüz koskoca bir “hiç kimse” iken onlardaki potansiyeli gören, ellerinden tutan, bu mevzulardan iyi anlayan ve kendilerinin olmayan bu işleri kendi ömürlerinin merkezine oturtan insanlardan bahsetmemek olmaz. Mabel Matiz, boğazına kadar kompleksli ve liyakati sorgulanır insanların kontrolündeki müzik sektörümüzde kabul görmeye, bırakın kabul görmeyi, “görünmez” olmamaya çalışırken, henüz “o ne biçim isim” dedirten hibrit mahlası ve “o ne tuhaf bir ses” dedirten şarkıcılığına dair bir şeyleri herkesten önce sezip birlikte yol yürüyen kıymetli müzik insanı Engin Akıncı’ya da bu satırlardan bir selam elzemdir. Zira sanatkarlığın ve anlaşılmanın yolu illa çetrefil ve ihtilaflı olmak zorunda değil. Varlık ve değer her zaman sanatçıdadır. Kan, ter, gözyaşı ve kutsal emek is müşterek. Müzikte eskilere atıf ne kadar hoşsa, yoldaki eskilere hürmet de bir gerek.
Dönelim yakın zamanda bir ödül töreninde rastladığımda yürüyüşüne, ardında yürüyen 5-6 kişilik ve belirgin bir şekilde 5-6 metre arkasından yürümekle tembihli asistan-koruma-soför karışımlı eşlikçi grubuna şaşırdığım eski tanışım “Fatih”imize. Albümünün son 9 şarkısı albümün ve Fatih Karaca’nın “B yüzleri”. B yüzleri ilginç olur. Genellikle sanatçıların umuma değil de en sevdiklerine, yakın arkadaş çevresine makyajsız, kostümsüz, cilasız ve klipsiz sunduklarıdır. Sanki sunmak istemez gibi görünürler, ama onlar onların suçlu zevkleridir (”guilty pleasures”). Kendini sanatçıya ve repertuvarına veren “hakiki” dinleyici için gerçek hazine oradadır genellikle. İsmini ilk defa duyduğum ama ses renginin bütün albümde Mabel’inkine en fazla değer kattığını düşündüğüm Bengü Beker düeti “Çerez” hiç de çerez olmayan bir şarkı. Nefis sözleri ve ismiyle ayrışan “Öküz” devam ettiriyor madalyonun, ama sanki asıl hikâyenin, öbür yüzünü. Bir sonraki şarkının isminden (“Enderun’da Aşk”) yola çıkarak Mabel’in görsel ve derin ruhsal evrenine, yani albümün 3. başı “FATİH”e biraz değinmek istiyorum. Değer biçilemez fikirlerine ve görüşlerine başvurduğum Osmanlı tarihçisi bir yoldaşımdan faydalandım buralarda. Yazdıklarını koşullar elverdiği ölçüde müdahale etmeden yansıtıyorum.
“Mabel kısa yoldan meşhur olma derdinde değil, geldiği yerle küskün olmamayı başarmış ve idealleri uğruna geçmişiyle bugününü güzel harmanlıyor; hazmetmiş. Şarkı sözlerinin üstü kapalı ama anlayanın da çok net deşifre edeceği cinsten şiirsel bir dili var. Modern zamanların “sâki”si. Meyhane ve kahve kültürü gibi aslında çok kapalı ve kendi içinde gizemli, dışarıdan geleni öyle hemen ve kolay kolay içine almayan bir yapıyı günümüze taşıyan bir şarkıcı. Yersiz, yurtsuz ve sahipsiz oğlanların bu dünyanın içinde hem lafı-küfü hem de her türlü ‘içki’yi taşıyan, ulaştırması gereken yere ulaştıranlardan biri aslında. Dış dünyada alenî olarak asla kabul görmeyecek aşkların, heyecanların ve bugünkü yargılarımızla “sapkınlıkların” yaşandığı, içinde birçok hiyerarşiyi barındıran alanların mihenk taşları sâkiler. Umumî alanda kadınların erkeklerle ayrışmış dünyalarının kendine özgü kuvvetli kodları nedeniyle sosyalleşemedikleri kapalılıkların sözel ve müzikal bir açılımı”.
Mabel yola tedarikli çıkıp, ne istediğini ve kapasitesini iyi bilen, aklı vakti yerli yerinde bir sanatçı. Zaten “başarılı” sanatçının yolu işbu akıldan geçer. Bağımsız başlayıp, sonra ister istemez Türkiye’nin büyük ama dünyanın küçük “mini-majör” plak şirketi Doğan Müzik (Aydın Doğan’ın medya imparatorluğu içerisinde derin kataloğundan mütevellit nispeten iştah açıcı ama görece ufak bir ticareti bulunduğundan “sat” emri almayan müzik markası “DMC”) ile 3 albümde çalışıp, sonrasında şirketin kendisine pek bir katma değeri olmadığını geç de olsa anlayınca tam bağımsızlığını ilan ederek, kendi şirketi Pose Records ile yoluna devam eden bir sanatçı. Gördüğüm kadarıyla da işlerini oradan gayet iyi yürütüyor. İyi ki de öyle yapıyor.
Yeni Türkiye’den bolca ikbâl talep edebilecek, eski Türkiye’ye de bolca mahzun selam çakan bu albüm aktif ve pasif dinleyiciye eşit ılımlılıkla kucak açan, marifeti çok, mahsûlü bol, müziği zengin, şarkısı cafcaflı, mühim ve kıymetli bir albüm. Yazarlarını, bestecilerini, icracılarını ve diğer değer katanlarını saymasanız bile, ki neden saymayasınız, sadece sözleriyle dahi oturup hatmedilmeye değer bir Mabel Matiz başyapıtı.
Mabel, ardındaki ve dolaptaki iskeletlere dair en net ve önemli sözlerini albümün sonunda söylüyor. Kulağa ve kalbe MFÖ’nün “Sanatçının Öyküsü’nü çağrıştıran ve albümde birlikte şarkı söylediği arkadaşlarıyla hem albümün hem de bir dönemin “paydos”unu yaptığı kapanış şarkısı “Veda Ettim Geçmişe”de (“Çare Yok Bitmişe Olmuşa / Kendime Bir Yol Vardı / Ve Yürüdüm Kendimce / Bazen Bindim Dolmuşa Koştum Çok / … / Dövüşemem Hiçbirinizle / Benim Kavgam Kendimin”) bazı sırlarını itiraf ederken günümüze, ülkeye ve ahvale dair en önemli sözleriniyse yine anneli şarkısı “Elbette Annem”in nakaratında söylüyor. Zira, sık tekrarladığım gibi, yegâne kurtuluş devrimlerde: