Geçtiğimiz hafta sonu dinleyici olarak katıldığım bir “akademik toplantı” bu yazının esin kaynağı oldu. Toplantının ne olduğunun da, toplantıyı düzenleyenlerin kim olduklarının da burada hiç önemi yok. Bu nedenle ayrıntı vermeyeceğim. Toplantının önemi uyandırdığı sorularla ilgili, ben de yalnızca bunlara odaklanacağım. Soru çok, hem de çeşitli. Yazı dağınık olabilir, o nedenle şimdiden affola.
Önce duygularla başlayacağım. Kişisel görünebilir ancak varmayı deneyeceğim sonuç açısından öyle olması da gerekiyor sanırım. Toplantının düzenlendiği mekana ulaştığımda kapının önünde görmeye alışık olduğum bir manzarayla karşılaştım. Akademik topluluğun birbirini selamlayan, birbirlerine hal hatır soran üyeleri, yurt dışından gelmiş konuk konuşmacıyla tanışabilmek için can atan genç akademisyen adaylarının kendini gösterme çabaları, onların bu telaşına hocalarının anlayışlı bakışları. Akademik gündeliğin kendi dokunulmazlığına imanıydı gördüğüm. Bütün sıradanlığıyla, aşinalığıyla öylesine kayıtsızdı ki o iman, görünen gerçekliğini aşan olağan dışı bir etki yaratıyordu. Neredeyse yumruk yemiş gibiydim. İhraçla birlikte yalnızca kurumlarımızdaki işlerimizden olmamıştık; dışlanmış, değersizleştirilmiş, görünmez kılınmıştık. İktidar ilişkilerine iyice gömülü, kurumsallığın sağladığı korunaklı bir konumdan yapılan konuşmalar, yabancılığımı, dışlanmışlığımı tekrar tekrar yüzüme vurdu. İlk oturumdan sonra artık konferansı izlemeye mecalim kalmamıştı. Salonu terk ettim. Zihnimde deli sorularla...
İlk sorum, üniversite mensuplarının kendilerine vehmettikleri entelektüelliğin yaşadığımız şu dönemde nasıl bir siyasi işlevi olabileceği ile ilgiliydi. Yaptıkları konuşmalarda Türkiye’de yaşadıklarının farkında olup olmadıklarını bana ciddi ciddi sorgulatan, her biri kendi alanında yetkin bu akademisyenler nasıl böylesine kayıtsızca, nasıl böylesine yerel bağlama duyarsızca var kalabiliyorlardı? Yerel olanı kavrayamadan bırakın düşünce üretmeyi, çağlar ötesinden eserleri bize ulaşan herhangi bir düşünürü anlamak/anlatmak mümkün müydü? Bir Ankara sabahında, Ankara’yı ilişkisel bir mekan olarak varsaymadan ütopik bir kentteymişçesine konuşurken sözünüzün karşılığı olabilir miydi? Sanki hiçbir şey olmamıştı, olmuyordu, her şey çok olağandı.
Olağanüstü bir dönemde, her şey yolundaymış gibi yapmanın bir adı vardı elbette. Böyle bir kayıtsızlık, şu hep kendisinden dem vurulan içimizdeki faşisti imlemiyor muydu? Bildiğimiz yol yordamla işimizi yaptığımıza, hem de onu çok iyi yaptığımıza dair kanıtlarımız, bu faşiste direnmenin, onu alt etmenin işaretleri olamıyor ne yazık ki. Tam tersine, umudumuzu yok eden bir dağılmanın, bizi kendi konumlarımıza hapsederek duyarsız kılan, belli bir hakikati üreten siyasi, ekonomik ve kurumsal rejimin militanlarına dönüştüren bir tür uzmanlaşmanın işaretleridir bunlar. Entelektüelin siyasi mücadelesi, belli bir hakikatin iktidarına o iktidarın sessiz bıraktığı kıyıdakilerin hakikatini göstermekten geçmeli bana kalırsa. Ama gördüğüm, çağının hakikat rejimini üreten iktidar ilişkilerinin sorgusuzca parçası haline gelen, içindeki faşistin farkında olmayan, neredeyse iktidara aşık, onu arzulayan bir entelektüel tipinin yaygınlığı. Bir konferansta Türkiyeli olmanın aktardığı “bilgiye” nasıl bir nitelik eklediğinin hiç farkında olmadan konuşan bir akademisyen bu entelektüel türünün bir örneği olabilir. Kurumu korumak gibi bir gerekçeyle kendi içindeki faşisti, kontrolsüz bir canavara dönüştürdüğünün farkına olmayan entelektüel de bu minvalde düşünülebilir. Peki şu aralar Öğrenci Andı vesilesiyle yerlilik ve millilik eleştirisinde başı çeken, teorik olarak militarizmle faşizm arasındaki bağın fazlasıyla farkında olan, ama içindeki faşistle mücadele etmekten vicdani redci olmak yerine bedelli askerlik yapmayı tercih ettiği an vazgeçen entelektüele ne demeli? Çıktığı televizyon programında ışıl ışıl parıldayan ceketinin içindeki ipek gömleğinin vurguladığı, elindeki istatistiklerin pekiştirdiği o sarsılmaz özgüveniyle Türkiye’deki nüfusun Suriyelileştiğini savunan, krize bir de bu yandan bakmak gerektiğini söyleyen herhangi bir ekonomi uzmanının üstlendiği polisiye işlevin farkında bile olmamasına ne demeli? Örnek çok.
Michel Foucault’nun kendisiyle yaptığı bir söyleşide Fransız düşünür Gilles Deleuze, gerçekliğin bir fabrikada, bir okulda, bir kışlada, bir hapishanede, bir polis karakolunda meydana gelen şeyde olduğunu söylüyor. Bu gerçekliğin üzerinden bir ağ, yan ilişkiler ve bir halk tabanı oluşturarak mücadele etmeyi öneriyor.(i) Deleuze, bu söyleşide 1930'larda kitlelerin aldatılmadığını belli bir anda faşizmi arzuladıklarını da iddia ediyor. İktidara dönük bu arzunun, edimimize, söylemimize sinmiş bir faşizmi imlediğini kabul edersek bugün en önemli görevimizin bu faşistle mücadele etmek olduğunu da vurgulamamız gerekir. Bize iktidarı sevdiren, tahakküme, sömürüye razı eden faşizmi nasıl kovacağımız bugün önümüzdeki stratejik mesele. Stratejimizi belirlerken önce içimizdeki faşisti tanımayı öneriyorum. Gerisi gelir...