Evvela uzunca bir alıntı.
“Bu yazıya korkuyla başlıyorum. Bir süredir çok korkuyorum ve korkmayan insanları anlamakta epeyi zorlanıyorum. Bir kere hiç hoşuma gitmediği halde kendimi, bakanından gecekondulusuna kadar koskoca bir ailenin ferdi olarak görüyorum. Bu biz bir aileyiz duygusu, kendi pek sevdiğim ailemle yaşarken dahi fazla hissedemediğim, hissetmeyi tercih etmediğim bir duygu olmuştur. İnsan sevdikleriyle birlikte olur, ama aile olma halinin bastırdığı koşullar sevgi ve inançla temellenen kişisel seçimlerin ötesinde bir ‘uzlaşmalar dünyası’nı tek yaşama alanı olarak zorunlu kılar. Kendi öznel terimlerin güme gidince, komşunun kafasına halı silken ananı da, amirine yalakalaşan babanı da büyük bir inançla buluverirsin kendini. Ama ne yaparsan yap, yoksulluk ve erksizlik insana bir aile ferdi olma duygusu verebiliyor.”
Bu uzun alıntı, Yıldırım Türker’in “Vatandaşız... Korkuyoruz... Menzilindeyiz...” yazısından [Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor, Metis Güncel, 1998]. Türker’in yazısı Necdet Menzir üzerine. Ünal Erkan, Necdet Menzir ve Hayri Kozakçıoğlu isimlerini, üçü birden hatırlayan bir kuşak hâlâ yaşıyor. Bu yazıyı yazmak, Musa Anter’in Hayri Kozakçıoğlu’na hitaben yazdığı bir yazısından bahsetmek için aklıma ilk düştüğünde, neler yapıyorlar diye bakayım dedim. Kozakçıoğlu’nun nasıl öldüğü konusuna geleceğiz; Menzir’in öldüğü çıkmış aklımdan yahut hiç duymamışım. Bu üçlüden 1942 doğumlu Ünal Erkan hayatta.
Bu üç ismin ortak noktası, bir dönemin olağanüstü hal (OHAL) bölge valileri olmaları. O zamanlar onlara “süper vali” de denirdi. Sınırsız yetkilerle donanmıştı bu valiler; sömürgeyi ıslah etme görevini mağrur ifa ediyorlardı. ‘90’lar denilen puslu dünyada, ellerindeki ışın kılıçlarıyla kitleleri aydınlatırlar, sıkça televizyona çıkıp neredeyse birbirinin kopyası cümleler kurarlardı. Kiminin “r” vurgusu değişikti, kimi vurguyu son hece yerine orta heceye yapardı (kelime en az üç heceliyken tabii), kimi de bazı kelimeleri düpedüz yanlış söylerdi. Televizyon mikrofonları karşısındaki yegâne farkları bu gibi gelirdi bana, o yaşlarda. Şimdi gene bu yazıyı yazmak için oturduğumda YouTube marifetiyle dinledim hepsini. Evet, aklımda kaldığı gibiymiş.
Hayri Kozakçıoğlu, 1938 Alaşehir doğumlu. İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş ve mezuniyetinin ardından kaymakamlık yapmış. Sonradan süper valisi olacağı Diyarbakır’a yabancı değil; Çüngüş’te ve Çınar’da kaymakam olarak çalışmış. 1970’te mülkiye müfettişi olmuş, ardından başmüfettişlik yapmış. Bir süre yurtdışında “güvenlik hizmetleri ile ilgili inceleme ve araştırma yaptıktan sonra” Erzurum valiliğine atanmış. Tırnak içi bana ait değil, çevrimiçi ansiklopediye ait. 12 Eylül’den sonra Adana valisi olmuş, oradan Sakarya’ya geçmiş, oradan da Diyarbakır’a. Nihayet 19 Temmuz 1987’de olağanüstü hal bölge valisi olmuş. Milletvekilliği de var elbette. 23 Mayıs 2013’te, Sarıyer’deki villasında ölü olarak bulunmuş; ailesi ile avukatına göre intihar değil ama mahkeme itiraza takipsizlik kararı vermiş ve intihar olduğu tescillenmiş.
Uzunca bahsetmek –Diyarbakır’daki– faaliyetlerinden mümkün ama bu yazı Musa Anter’in yazısından mülhem olduğu için, konuyu oraya getirmek istiyorum. Anter, 1991’in Temmuz ayında kaçırılıp öldürülen Vedat Aydın’ı çok özlediğini yazılarında defalarca belirtmişti. 10 Temmuz 1991’de Vedat Aydın’ın cenazesinde neler olduğu kayıtlı, duruyor. 20’den fazla insan öldürüldü bu cenazede. Aradan geçen bunca yılda tek bir fail bulunamadı. Musa Anter’in ölümünün ardından, dosya zaman aşımına uğramak üzereyken, Abdulkadir Aygan’ın ve suikastten yaralı kurtulan Orhan Miroğlu’nun teşhisiyle Hamit Yıldırım tutuklandı. Yıldırım, aradan geçen 20 yılda adını bile değiştirmemişti, Şırnak’ta yaşamını sürdürüyordu. Bir itiraf edilen bir inkâr edilen Jitem’in yaptığı söylendi ama azmettiriciler asla bulunamadı. Ben bütün bunları, Anter’in öldürülmeden iki ay evvel yazdığı “Süper Vali” başlıklı yazısına denk gelince anımsadım. Gene uzunca alıntılıyorum:
“Bana öyle geliyor ki sen korkaklık ve beceriksizliğin süperisin. Eskiden sadrazamlar hatta padişahlar ordunun önünde yalın kılıç harbe girerlerdi. Ya sen pısırık pısırık Diyarbakır’ın korunmuş kuytularına sığınarak, aybaşı maaşını ve ödeneklerini bekle ve sonra haddin olmayarak sana hiç hak ve had olmayan lafları et! Olur mu küçük vali! (...) Ben Musa Anter de Saidi Kürdi’nin torunuyum. Ve Edirne’den Hakkâri’ye kadar tüm halkların maaşsız, ödeneksiz ve de çıkarsız dedeleriyim. Yani sen her gün Güneydoğu’nun bir bölgesinde işlenen cinayetlerin merasimine iştirak etmek için aldığın harcırah gibi mi beni düşünüyorsun? Yok arkadaş, bunu iyi bil! Sen ve seni Diyarbakır’a gönderenler iyi bilsinler ki, eninde sonunda sen ve büyüklerin Franko, Mussolini ve Hitler ve en son Çavuşesko gibi, dünya kamuoyunda rezil olacaksınız. Ama ben fakir Pir Sultan Abdal gibi, fakir Türk ve Kürt halkımın şerefli anısında yaşayacağım. Bana ne yaparsanız yapınız, isterdim ki Sokrat ve Pir Sultan Abdal gibi beni idam edesiniz.”
Anter bu yazıyı yazdığında 77 yaşındadır. İki ay sonra “samimi itirafçı” sandığı kimileri tarafından katledilir. Yıldırım Türker’in Menzir yazısıyla başladık, onunla bitirelim. “1994, 1 Mayıs mitinginde alanı çevrelemiş; ellerinde azgın tehditkâr köpeklerin zincirleri; herkese müthiş bir nefretle bakan polislerin arasında bir polis ilgimi çekmişti. Yağmur inince, yağmurluğunun eteğiyle köpeğinin üstünü örtmeye çalışan, gözlerine baktığımda yüzünü toparlayamayan o genç polis ilerde emniyet müdür olacak değil ya, diyorum.”
“Kurmaca yazıyorum, otobiyografi yazdığım söyleniyor, otobiyografi yazıyorum, kurmaca deniyor; madem ben bu kadar ahmağım, onlar da bu kadar zeki, ne olup olmadığına bırak onlar karar versin,” diyor Philip Roth. 2018; kurmaca olan her şey daha gerçek. Sanki.