Günde birkaç kez duymaya alışık olduğumuz Cumhurbaşkanı, iki gün koruduğu sessizliğini dün bozdu. 27 Şubat gecesinden itibaren ülkede tüm yürekler yangın yerine dönmüşken sustu. 29 Şubat öğle saatlerine kadar, savaş, çatışma ve sınır dışına asker gönderme konularında karar verici olanlar ağzını açmadı. Hatay Valisi bildirdi, olanları. O da konumu gereği sınır ötesinden ülkeye gelen, getirilen şehit ve yaralı sayısını bildirmekten ibaret açıklama yapabilirdi, öyle de oldu.
Ve nihayet Cumhurbaşkanı konuştuğunda ise “büyük resim” temalı gerekçelerle, bir nevi savunma izlenimi veren kararlılık ifadelerinin yanı sıra şehit sayımızın otuz altıya yükseldiğini bildirdi. O büyük resmi filan sonra bolca konuşuruz ama o konuşmada dile getirilenlerden daha önemlisi konuşmanın nerede hangi bağlamda yapıldığıydı. Sınır ötesinde yaşanan bir savaş ya da çatışma veya sadece saldırı olsun bunca şehit ve yaralıya, ailelerine tüm ülkeye hürmeten yapılmış bir ulusa sesleniş konuşması değildi.
Cumhurbaşkanı, bir işaretiyle mecliste asker gönderme tezkeresini oylatarak kabul ettirebilmenin rahatlığıyla "ulusu filan bırakmış bir kenara" dedirten cinsten dar kapsamlı bir parti toplantısında konuştu. Askerlerimizin sınır ötesinde saldırıya uğraması memleket meselesi değilmiş gibi… Devlet meselesi değilmiş gibi… Partisinin kongre hazırlıkları çerçevesinde gerçekleştirilen toplantılardan birinde, AKP eski ve yeni İstanbul milletvekillerine seslendi. Sadece kendi partisini ilgilendiren bir meseleden söz edermiş gibi bir yaklaşımla halkı yok sayma bu. Aynı zamanda devletle ilgili bir zafiyetin göstergesi… Hani iki lafımızın başı olan o ‘Allah devlete, millete zeval vermesin’ duasındaki devleti bilmem ama devlet ciddiyeti çoktan zeval bulmuş gibi.
Toplantının Dolmabahçe Sarayı Cumhurbaşkanlığı Çalışma Ofisi'nde gerçekleştirilmesi, o sözlerin devlet adına en yetkili kişinin ağzından çıkması bile bu konuşmayı, halka yönelik bir açıklama haline getirmeye yetmez. Çünkü sadece partisinin milletvekillerine yapmıştır o konuşmayı. Ulusal kanallarda konuşmanın tümü yayınlandığı halde bile, muhatap, halk değil maalesef. Daha önce de yine Suriye’ye yönelik sınır ötesi harekatları parti içi toplantılarda duyurmuştu. Devlet ve parti meselelerini birbirinden ayırmadığı yönündeki uyarıları da ihanet saymıştı ama şimdi bu kadarı gerçekten çok fazla bir kibrin, “devlet benim” anlayışının açıkça ortaya konması oldu.
Adeta tek kişilik karar alma mekanizmasıyla aday gösterip, seçtirdiği eski ve yeni milletvekillerine yaptığı açıklamayla sergilediği İdlib şehitlerini Gezi'ye bağlama mahareti de ikna edici değil. Keza 15 Temmuzla ilişkilendirmesi de. Büyük resim adı altında sunulan komplo teorilerinin, bütün bir siyasi ve askeri karar alma süreçlerinde bunca etkin aktör gibi kullanılışı, sanırım artık AKP seçmenini de ikna etmeye yetmez. Evet, bir büyük resim her zaman vardır amenna ama tam da bu nedenle iç politika ve siyasi rekabet saikiyle dış politika yürütülmez.
Türkiye coğrafyası, dünya siyasetinin Akdeniz havzasını yeniden şekillendirmek üzerinde yoğunlaştığı şu son on yıllarda, ayakları yere basan, sağlam bir dış politika gerektiriyordu. Ülkemiz, olağan üstü titiz diplomasi becerisi sergilemeliydi. Tam tersi yapılıyor. İleri görüş ve geniş vizyona sahip uzun vadeli diplomatik hamleler görmedik Türkiye’den bu süreçte. Amerika ve Rusya gibi iki aktörün Suriye’de yürüttüğü nüfuz alanı teşkili çatışmalarında ülkemiz, bir denge politikası yürütmeliydi ama bunun için vizyon ve öngörü gerekir tabi. Biz maalesef her bir küçük hamlede bir o yana bir bu yana yalpalamayı, denge siyaseti zannedenlerce yönetiliyoruz. Yalpalamanın temel sebebiyse iç hastalıklarımız. Ülke içinde kendimizi sağaltamadığımız için Suriye politikamız da başından beri hastalıklı. Kürt meselesine ülke için sağlıklı bir çözüm bularak iç barışımızı gerçekleştiremedik. Dolayısıyla Kürt coğrafyasını içine alan ülkelere de Kürt halkına yönelik büyük güçlerin hamlelerine de aynı hastalık içinden bakıyoruz. Her konuyu terör ile ilişkilendirmenin bedeli bugün otuz altı şehidimiz.
Çözüm sürecini sonlandırıp iç barışımızı, PKK terörüne rehin bıraktığımız gibi bugün de Suriye politikamızı teröre rehin vermiş haldeyiz. Terör örgütünün komşularımız ve büyük güçlerle ilişkisi belirliyor adeta bizim dış politikamızı. Bir devlet için bundan daha büyük zaaf olamaz. Bir de açık kapı politikası var tabii. Suriye’den göçler başladığı, kimi kaynaklara göre Türkiye tarafından bu göçler teşvik edildiği zaman sınır kapılarını açarak, kayıt bile tutmadan, göçmenleri almak ciddi bir hataydı. Yıllardır bedelini ödüyoruz. Şimdi de AB desteği gelmediği için bir nevi şantaj sayılabilecek şekilde göçmenleri Avrupa sınırına yığmak büyük hata. Bu sefer bedeli korkarım çok daha ağır olacaktır. İnsani diplomasi söyleminin geri dönülmez biçimde ağır hasar alması bir yana kendi kendimize sorun, çatışma alanımızı genişletmiş oluyoruz. Ve bütün bunların haberini bu ülke seksen milyondan fazla nüfusa sahip değilmiş gibi sadece AKP seçmeninden ibaretmiş gibi bir parti çalışmasından alıyoruz. E zaten kadın hakları savunuculuğu, ekolojik duyarlılık dahil her türlü sorumlu yurttaşlığın terör suçlamasıyla kriminalize edildiği bir zamanda, başka ne beklenebilirdi ki…