İdlib krizi, iyice ağırlaşan bilgi kirliliğinin, ölçüsüz propaganda savaşının sahnesine dönüştü. Ne alanda olup bitene ne de bu olanların arkasındaki gerçeklere erişilebiliyor. Özel olarak oluşturulan ve derinleştirilen dezenformasyon bir yanda, hareketli dengede yaşanan saatlik değişimlerle boşa düşen değerlendirmeler diğer yanda. Bunun heveslisi olan kötü niyetliler yanında iyiniyetli anlama-anlamlandırma çabaları da aynı tuzağa çekiliyor ve bazen bu çukurun içine düşebiliyor. Bilgilere ve değerlendirmelere güven duyulamaması, olan ve olacaklar hakkındaki öngörüleri sakatlıyor.
Böyle bir iklimin manipülasyon imkanlarını artırdığı bilinen bir gerçek. İletişimi yönetme imkanına sahip olanların, bu bilgi karmaşasını avantaj olarak kullanabileceği de açık. Gerçeklerden çok iddiaların, olgular yerine kanaatlerin etkili olduğu zeminde, bilgi kontrolüne duygu yönetimi eşlik ediyor, biraz daha öne çıkıyor. İdeolojik olarak ve stratejileriyle bu duruma yatırım yapmış olanlar, gündemi rahat ele geçirebiliyor. Dış politika meselelerinin kolayca iç politika enstrümanına çevrilebilmesi, yoğun biçimde kullanılması da bu alanlarda bilginin az, duygunun yüksek kullanım değeri olmasından.
Türkiye kamuoyu dış politika meselelerinde hayli eksik bilgiyle çok yüksek fikirlere sahip olmaya eskiden beri çok yatkın. Bu konuda yoğun bir politik teşvikle, ağır bir istismarla karşı karşıya olunduğunu da biliyoruz. Son yıllarda televizyon dizileriyle “tarih bilinci” ve politik öngörü üretilmesi de bu eğilimi besledi.. Bu alanda bilgi ve ilgi son derece sınırlı olmakla birlikte, ters orantılı olarak çok keskin kanaatler hep yürürlükte. Ezberler, hamaset, çarpıtılmış tarih yanında, komplo teorileri ve aylık periyotlarla değişen ittifak tablosu, yenilenen pozisyonlar, aşırı sığ bilgi alanını iyice bataklığa çeviriyor.
İdlib meselesinde, gerek en yüksek makamlardan yapılan resmi açıklamaların gerekse medya-sosyal medya dalgalanmalarının bir bilgi berraklığı veya derinliği yaratmadığı ortada. Bu hamlelerin zaten var olan kanaatleri değiştirme açısından nasıl sonuç verdiği hakkında da bir netleşme yok. Daha önce başka yazılarda da değindiğim üzere, iktidar tarafından kontrol edilebilen dış gerilimlerin, bir siyasi avantaj olarak kullanıldığı konusunda bir ezber var. İktidarın gerilimin yükseldiği anları, desteğini artırmak, en azından başka alanlardaki sorunlarını azaltmak için kullandığına inanmak isteyenler hiç azalmıyor. Bilginin kontrolü ile kanaatlerin biçimlendirilebileceği fikri hâlâ çok güçlü.
Yukarıda bahsettiğim endişelerin tamamen haksız olduğunu ileri sürmek elbette imkansız. Ancak bilgi ve iletişimin kontrolü ve kanaatlerin güçlü araçlarla manipüle edilmesinin her zaman “istenen” sonucu verdiğine biraz şüpheyle yaklaşmakta bir sakınca yok. Bilgiler bulanıklaşıp kanaat manipülasyonları sertleşince, beklendiği gibi kamuoyu algısı zayıflıyor. Ancak üretilen bu algı bozulmasının arzu edilen konsolidasyona yönelmesi söylendiği gibi otomatik işleyen bir süreç değil. Hatta bu belirsizlik hali, bu hali üretmek için kullanılan yöntemlerin sorunları, tam tersi bir durumu veya hissiyatı öne çıkartabiliyor.
Anlık zorlamaların, hamaset dozu yüksek kısa esintilerin biraz dışına çıkıldığında, iktidar açısından çok daha yıkıcı olabilecek “işler iyi değil galiba” duygusu beklenmedik biçimde ağırlık kazanabiliyor. Gerilim üzerinden tedarik edilen, endişe üzerinden sürdürülen destek çok dayanıksız oluyor. Siyaseti fazlaca duygusal alana itmek ters bir sezgiyi de tetikleyebiliyor. Bu durumu gösteren en çarpıcı verileri seçim sonuçlarından takip etmek mümkün: “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz darbe girişiminden 9 ay sonra yapılan referandumda alınan zorlama sonuç; Suriye’de girişilen ve “zafer” olarak sunulan iki operasyondan 6 ay sonra yaşanan yerel seçim yenilgisi iki önemli örnek.
İdlib krizinin kamuoyunda hatta iktidarın tabanında yaratabileceği hissiyat unsurlarına bir bakalım: En başa iktidar ve muhalefet tarafından kullanılan “İdlib’de ne işimiz var?” sorusunu koymak gerek. İktidar sözcüleri, baştan itibaren bu soruyu kendi pozisyonlarının karşı tezi olarak işaret etti. Cahillik, ihanet suçlamalarıyla ilişkilendirdi. Tezkereye evet diyen, iktidarın güvenlik ve milli çıkar perspektifine güçlü bir itiraz üretmeyen muhalefet de bunu hayli mahcup biçimde dile getirdi. Muhalefetin bu konudaki mahcupluğunu avantaj olarak değerlendiren iktidar, “siz bilmezsiniz” şeklindeki cevabını vermek için soruyu hiç durmadan tekrar etti. Gelinen noktada bu soru, hiç olmadığı kadar herkesin kafasına yerleşti.
İkinci sıraya “şehitler tepesi” meselesini koymak gerekir. “Birkaç tane şehidimiz var” sözü geçti gitti. İdlib’de yaşanan asker kayıpları, “herkesin işi çok olduğu için” Hatay Valisi’ne açıklatıldı. Kayıpların ertesindeki kamuya açık ilk konuşmaya gülüşmeler, dedikodu ve şakalar damgasını vurdu. Tabuta yaslanarak yapılan konuşmalar, ikinci defa kılınan cenaze namazları, “siz önemlisiniz” dedirtene kadar telefonda tutulan acılı insanlar televizyonlarda izletildi. “Şehit verme” kararlılığı bir politik vaat haline getirildi. Bunların büyük tepkiler yaratmaması duygusal bakiyeyi değiştirmiyor. Arkasına önüne hangi şiirden pasajlar eklenirse eklensin, hadise hangi hamasi cümlelerle süslenirse süslensin, verilen misliyle karşılık konusunda hangi abartılı rakamlar söylenirse söylensin, kayıplardan pazarlanabilir bir his üretmek zor.
Mülteciler meselesini de sıranın üstlerine yerleştirmek lazım. Kürsülerden aktarılan “görüşme tapeleri”, “ben ona şöyle dedim, o bana böyle dedi” hikayeleri, sadece iki yüzlü batıyı göstermiyor, meseleye yaklaşımın duygusal olmayan veya tamamen “duygusal” taraflarını da ifşa ediyor. Tıpkı sınır kapılarına yerleştirilen aynada, sadece insanlık dramına kayıtsız Avrupa’nın suretinin görünmemesi, başka çehrelerin de belirmesi gibi. Sınırdaki mülteci sayısıyla ilgili saat başı yapılan abartılı açıklamalar, artması ve artırılması için gösterilen çaba, bölgede yaşananları aktaracak gazetecilere dönük gözaltılar, sürecin tam “istendiği” gibi gitmediğinin göstergesi sayılabilir. Şimdiye kadar muhalefete bırakılmış olan “Suriyelilerden kurtulma” motivasyonu, geri çevrilmesi kolay olmayan duygusal eşik.
Dış politika gerilimlerinden tehdit, düşman temin edip yine bu zeminlerden başarı ve güç devşirmeyi beceren iktidar, son İdlib krizinde genel hissiyatı bozacak bir pozisyona fazla sıkıştı. “Şam’a yürüyecek” güç havasından, “çekilirsek memleketi kaybederiz” hattına çekilmenin siyasi karşılığı aynı değil. “Durum lehimize döndü” sözlerinden hemen sonra açıklama cesareti gösterilemeyecek ciddiyette kayıp yaşamak da öyle. “Misliyle karşılık” diye olağanüstü rakamlar verilmesine rağmen alanın aynı kalması veya haftalarca alınamamış randevuyu başarı diye sunmak zorunda olmak da öyle. Bilgi özel olarak önemsizleştirilse, kanaatlere “savaşa hayır” demeyi valilik kararı ile yasaklamaya varan müdahaleler yapılsa da, ortaya çıkan tablonun duygusal tortusu siyasi olarak pek işe yarar gibi görünmüyor.