Özgürlükçü laiklik konusuna devam etmek istiyorum bugün de. Zira bir okur yorumu, özgürlükçü laiklik ve agresif laiklik kavramlarına açıklık getirmem gerektiğini düşündürdü.
Agresif laiklik kavramını kullanırken kastettiğim laiklik uygulamasının, devletin din alanını düzenleme yetkisini içeriyor. Bizde devlet laiklik adına kendisine din alanını düzenleme yetkisi tanımış ve alabildiğine genişleterek kullanmıştı. Ders kitaplarındaki en basit haliyle din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak uygulanmadı bizde laiklik. Kemal Karpat’ın söyleyişiyle “Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmadı.” Dinin devlet alanına karışması önlendi ama buna karşılık devlet daima din alanını düzenleyen oldu. Sadece inanç ve ibadet özgürlüğünü içeren temel haklar bahsiyle sınırlı kalmadı devlet yetkileri. İnançların toplumsal, kültürel yansımaları da Sosyolojik doku da görünmez kılınmak istendi. Devlet, din alanını düzenleyen “aşkın kurum” haline geldiği için laik değildik. Dini devletten uzak tutmak isterken devletin de din alanına uzak kalması gereğini içermiyordu bizde laik sistemin kuruluşu. Ve bu nedenle laiklik, toplumun Müslüman dindar kesiminde din/İslam karşıtlığı olarak algılandı.
Tüm dinlere ve her dinin farklı mezhep ve yorumlarına eşit mesafede durmak yerine tercih edilen bir din yorumunu egemen kılmak üzerine ve ama o din yorumunu da yeniden dizayn ederek kendisine, devletin resmi ideolojisine uyumlu biçime dönüştürmek üzerine kurulu bu laiklik uygulamasına agresif (saldırgan/baskıcı ama kesinlikle nötr değil) laiklik diyorum. Dönüştürücü, birleştirici, tek tip inancı dayatan bir laiklik uygulamasıydı uzun yıllar yaşanan. Bir başka deyişle laiklik ilkesi bu agresif uygulama nedeniyle adeta devlet dini oluşturma projesi şeklini aldı. 12 Eylül Evren zihniyeti bu yöntemi taçlandıran oldu sadece başlatan değildi. Din dersini zorunlu hale getirmekle yaptı taçlandırma işini büyük ölçüde. Ancak onu da insanın bilinç düzeyiyle ilişkili din bilgisi ve pratikleri bütününü kültür olarak isimlendirip salt geleneksel bir öge imiş gibi düşündürerek yaptı. Ahlak ise kültürel davranış kodları olduğu halde bilgi olarak isimlendirilip hepten çarpıtıldı. Ahlaki değerlerin evrensel boyut kazanmış ve somutlaştırılıp hukuki norm olarak tespit edilebilen hali diyebileceğimiz etik kavramı ile her kültürün kendisine özgü makbul ya da tolere edilebilir ölçüleri işaret eden davranış biçimleri olan değerler bütünü ahlak, birbirine karıştırılır hale geldi. Şüphesiz her toplumun hukuk düzeni kendisine ait ahlaki değerleri içerebilir hatta içermelidir de. Ancak ölçülebilir, makul ve bireysel özgürlükler alanını kuşatmayacak şekilde somutlaştırılması gerekir. Sansür genelgesinde olduğu gibi “yerli ve milli değerlerimiz” ifadesi hoşlanılmayan her söylem ve eylemi işaret edebilecek belirsizlikler, hukuk normu oluşturma niyeti değil neler olduğu da muğlak bırakılan bazı ahlaki değerlerin keyfe keder ölçüde baskı aracına dönüştürüleceğini gösterir. Devletin din alanını düzenleme yetkisi, devletin bugünkü sahipleri tarafından tersine çevrilebilmesi için hazırlanan bir zemin niteliğinde. Resmi ideolojiye uygun din yorumunu devlet dini yapmak işlevi tersine çevrilince karşımıza çıkan şey devleti yönetenin inanç ve dindarlık biçimine uyumlu bir devlet düzeni ve toplum inşası olur. Laiklik ilkesinin siyasal, toplumsal ve hukuki düzende yer almasından önceki tarih kesitini yeniden canlandırmak olur. Yani kimi dindarların Oya Ersoy’a kızması biraz haksızlık oluyor. Farklı cümleler, kelimelerle ifade edilebilirdi vs ancak orada bir gerçeğe işaret ettiği kesin. Tarihi akışın insanlığın, insaniyet bilincinin tersi yönüne çevrilmek istendiği bir geriye gidiş arzusu açıkça ortada. Ve düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında hem de kürsü dokunulmazlığı dediğimiz en geniş kullanım alanında söylenmiş sözlerdir. Kendine Müslüman olmaktan vazgeçip inanç ve ibadet hürriyeti ile düşünce ve ifade hürriyetinin ikiz kardeş olduğunu hatırda tutmak gerek. Abdestinden emin olan dindarlık da öyle her farklı gerilimden dinine hakaret çıkaracak kadar hassas olmaz. Dindarlar kendilerini her söz ve davranıştan kırılacak kadar zayıf porselen biblo olarak görmekten uzaklaşabilse keşke. Neyse konuya geri döneyim
Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin din alanını düzenleme yetkisini kullanma işinde kilit konuma sahip oldu kuruluşundan itibaren çünkü kuruluş amacı buydu. Diyanetle birlikte tüm kamu kurumlarına şamil temel politika ise Hanefî Sünnî Türk vasıflara sahip devlet dini yaratma çabasıydı. Kabul etmek gerekir ki bu politika Cumhuriyet tarihiyle yaşıt sayılır.
Kurulan bu sistemin acısını şimdiye kadar dindarlar çekerken seküler kesim sorunun pek farkında değildi. Son yirmi belki son on yıl demek daha yerinde olur, devletin sahipleri gibi devletin resmi ideolojisi değişti ama sistem aynıyla yürüyor. Diyanet yine devletin din alanını kontrol etmek için ve resmi ideolojiyle uyumlu bir din sosyolojisi olgusu kurgulamak için kullandığı bir mekanizma. Ve günün şartlarıyla uyumlu biçimde iktidarın çıkarları doğrultusunda seçmen tercihi oluşturacak bir propaganda aygıtı.
Şimdi seküler kesim Diyanet’e biçilen fonksiyondan eskisine kıyasla çok daha fazla rahatsız. Katı ve baskıcı agresif laiklikle devletin din alanını düzenlemesinden rahatsız olan dindarlar ile laklik ilkesini aşındırmak için elindeki hazır modeli kullanan iktidar modeli denedik. Her iki modelin de verdiği rahatsızlık, yarattığı toplumsal sorunlar ve hak ihlalleri hepimizin malumu. Hal böyle olunca seküler ve dindar kesim bir araya gelip laiklik ilkesini demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü siyasal sisteme hizmet edecek şekilde uygulamanın yollarını aramalı değil mi? Şimdi yine Hanefî Sünnî ama Hanefîlikten Selefîlik çıkaran yorumları kabul etmiş görünen iktidar, kendi dini inanış biçimini, devletin resmi dini yapma girişimindeyken herkes için gerekli olan şey bence özgürlükçü laiklik. Şimdi toplum olarak kendi sentezimizi oluşturma yolunda tarihi bir fırsata çok yakınız. Bir kere daha kaçırmak yazık olur. Avrupa tarihinin mezhep çatışmaları sürecine veya İslam devlet geleneğinin cizye vergisi zamanlarına kimse geri dönmek istemez sanırım. İslam devlet geleneğindeki cizye vergisi çağının şartlarında insani gelişmişlik adına çok ileri bir uygulamaydı kabul. Ancak günümüzde bırakın seküler bireyleri hangi dindar sırf inandığı din yorumunu yaşayabilme hakkını cizye vergisiyle satın almak ister, reva mı bu, günümüz insaniyet bilincinin eriştiği bu düzeyde çok geri kalmış bir uygulama değil mi. Oya Ersoy’un konuşma bağlamına çok uymasa da ileri-geri karşıtlığını tarihin akış yönüne, insaniyet bilincinin ve hukuk sisteminin gelişme aşamalarına göre zihnimizde kodlarsak geri kavramının her kullanılışında buradan dine ve dindara hakaret çıkarma garabetinden de kurtuluruz gibi geliyor.
Özgürlükçü laiklik, devletin de din alanına karışmadığı, tüm dinlere, farklı dinlerin çeşitli yorumlarına, dindarların inanış ve inancını yaşama biçimlerine ve tabi ki inanmayanların yaşama biçimlerine kendisi müdahale etmediği gibi hiçbir inanç biçiminin de yekdiğerine müdahale edemeyeceği bir sistemi işaret eder. Özgürlükçü laiklik, din ve ibadet özgürlüğü ile düşünce ve ifade özgürlüğünün bir bütünün iki parçası gibi görüleceği, biri olmadan diğerinin hayat bulamayacağı iki temel hakkın kullanımını mümkün kılacak bir sistem inşa etmek için gerekli zemin olarak görülebilir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına hazırlanırken toplumun, iktidarı ve muhalefetiyle siyasi partilerin, muhalefet partileri arasında şekillenmekte olan ittifak ilişkilerinin gelecek tasavvuru özgürlükçü laiklik inşası üzerine olur umarım. Ancak böyle olduğu takdirde eşitlikçi bir yapı halinde demokratikleşmek mümkün olacak sanırım.