İstanbul’a ihanet edildiği, ihanetin sürdüğü bizzat en yetkili ağızdan ifade edileli kaç yıl oldu?
Birinci dereceden sorumluluk itirafıyla ihanet alenen dillendirildi de ne oldu, durum değişti mi? Cevap için Galata Kulesi’ne çıkıp şöyle bir bakmalı şehre. Ya da Kule de yeterli: Tapu üzerinden gasp, fiili el koyma. Anında motorlu testereyle sünnet restorasyonu.
Oradan uzanın Şişli’ye, şehrin tarihine nakşolmuş, kurulduğu yöreye adını vermiş Bomonti Bira Fabrikası’na bakın. Dozerli, kepçeli son hız yıkım. Müskirat mamulatı çoktan son bulmuş olsa da mahal ve mekanın sembolik imhası ve sünneti şart!
Kariye Müzesi’ne ne olduğu, Heybeliada Sanatoryumu’nun ne olacağı sorularını bir yana bırakın, Fethi Paşa Korusu tamamen yok olmadan ya da birileri oraya konuşlandırılmadan gidip dolaşın, bir çay için. Validebağ ve hatta şehrin tüm koruları, ormanlık alanları için de aynı şey geçerli. İlan edilen Kanal İstanbul hattından başlayın dolaşmaya…
Sadece bu yıl içinde ve üstelik salgın sürecinde İstanbul’da mekânsal düzeydeki merkezi iktidar tasarrufları, tam anlamıyla tasallut niteliğinde. Tam bir musallat olma durumu. Baskı ve hakimiyet kurmak üzere saldırı. Buna insan ilişkisinde, özellikle kadın – erkek ilişkisinde taciz deniyor.
Bir yere yönelik fiziksel taciz, tasarruf; el koyup birilerine devretme operasyonu sadece tapudaki mekanla, alanla sınırlı kalmıyor. Şehir her operasyonun yan etkilerini, artçı ve uzantıların tüm dokularıyla yaşıyor, bir yerden dokunulduğunda her yan sarsılıyor. Beyoğlu’nun bilinmez kaçıncı kez fethi ve imhasını anmak yeterli, sarsıntının, ardından gelen değişim ve dönüşümün boyutlarını görmek için.
AH BEYOĞLU VAH BEYOĞLU
Eşsiz bir semt-hayat ve kültür tutanağı istiyorsanız, 'Salah Bey Tarihi'nin ikinci cildine bakacaksınız. Salah Birsel’in 1976’da yayımlanan 'Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu' kitabı, türünün ilk ve tek örneği.
1980 sonrası cunta eşliğindeki alaturka neoliberaller şehri büyük bir şevk ve şehvetle rant vitrinine çıkarınca, her düzeydeki talan kasırgası nostalji rüzgarlarını beraberinde getirdi. Beyoğlu, bunun asli sahası, merkeziydi. Yarı kurgusal geçmiş üzerinden üretilip türetilen İstanbul ve özelde Beyoğlu nostaljisi, kırk yılda hatırı sayılır bir kitaplık oluşturdu.
İlhan Berk, üç kitapla her anlamda başı çekiyor: 'İstanbul' (1980), 'Galata' (1985), 'Pera' (1990). Semt monografisinin nitelikli ve argosunu da içeren kapsamlı örneği Özdemir Kaptan’a ait: 'Beyoğlu' (1989). Sait Naum Duhani’nin Fransızca kaleme aldığı ve ilk basımı 1947’de yapılan 'Eski İnsanlar Eski Evler'in (Beyoğlu’nun 19. Yüzyıldaki Sosyal Topoğrafyası) ilk Türkçe çevirisi de yine bu dönemde, 1984’de yapıldı.(1) Tomris Giritlioğlu, Tarlabaşı yıkımı eşliğinde TRT için Beyoğlu belgeselini çekip yayımladı 1987’de.
Cunta sonrası iktidar partisi ve oradan seçilen belediye başkanının rant operasyonu tüm hızıyla sürüyor. Memlekette televizyon yayını tekeli devlete ait. İktidar denetimdeki TRT, operasyonun karşısında belgesel çekip yayımlıyor… Ne günler!
Ve Orhan Pamuk, kendinden öncekilerden bir hayli farklı –yorumcuların ifadesiyle postmodern- İstanbul romanı 'Kara Kitap'la bu süreci taçlandırdı 1990’da.
Salah Birsel’in derin arşiv ve bellek çalışmasına dayalı 'Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu'su, dikkate değer örneklerinden sadece birkaçını andığımız bu şehir – semt kitaplığının adeta kahince, erken işaret fişeği. Çekip giden ve geri gelmeyecek olan bir yöre ve yaşantı çevresinden kesitler… Hayıflanmadan, serinkanlı ve bir o kadar renkli, keyifli.
İYİ NİYETLİ, DUYGUSAL MERSİYELER
Stand-up sözü henüz Türkçeye dahil olmamışken Uğur Yücel’in 1990’da başladığı sahne gösterisinin adı tüm 1980 sonrası nostaljisinin, söylem ve literatürünün özünü ortaya koyar: Azınlıkta Kaldık.
Evet, “İstanbul’un renkleri azınlıklar” gitmiş, çoktan gitmiş, onlarla birlikte yaşamış, onların yaşantısı – kültürüyle harmanlanmış yerli –ve asli- İstanbul insanı, hayatı, kültürü, kendi şehrinde, yurdunda “azınlık” konumuna düşmüştür artık. Dönemin öne çıkan nostaljik kent söylemi budur. Söylem, bir duyumun, refleksin ötesine geçerek elitizmden, popülizme, magazin diline uzanan geniş bir alanda yeniden yeniden üretilir.
“Azınlık” ruhu ve hali, şehre o kaybolan renklerini veren ve artık olmayan –daha doğrusu zoraki gönderilen- “azınlıklar”ın hasretle yad edilmesini beraberinde getirir. İstanbul’un ve Beyoğlu’nun tarihindeki en önemli kırılma 6-7 Eylül 1955 operasyonu, uzun suskunluktan sonra 1990’larda “Bu şehre nasıl ihanet ettik, o insanlara nasıl kıydık” itirafı olarak dillendirilir.
Dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “Milli gençliğin kıyamı” diyerek kıvançla sahiplendiği 6 – 7 Eylül’ü romanlaştırıp popüler kültüre dahil eden isim, yine bir politikacıdır: Yılmaz Karakoyunlu, yine bir azınlık operasyonu olan Varlık Vergisi üzerinden kurguladığı 'Salkım Hanım’ın Taneleri'yle adım attığı edebiyat alanında 'Güz Sancısı'nda 6 – 7 Eylül’le kesintiye uğrayan hayatları konu eder.(2)
İstanbul’un, Beyoğlu’nun “azınlıklar” ve onların renklerini taşıyan dönemine duygusal bir mersiye havasındaki roman, tam anlamıyla bir zihniyet itirafnamesi olarak da okunabilir.
Romanın ana kadın kahramanı Ester, bir fahişe. Büyükannesi tarafından pazarlanıyor… Ölmüş kocası Aleks’in hatıralarıyla yaşayan Rhea, Konyalı Mevlevi Hacı Kamil’i yatağa atmak için neler yapmıyor ki… Madam Atina, bildiğiniz “mama”; “Tatavla’dan getirdiği kıvrak Rum kızlarını” ve bu meyanda “kendi ırkının mükemmel hususiyetlerini pazarlar”. Kazıkçı manav Tanaş, meyhaneci Lambro, garson Konstantin ve Yorgi gibi esnaf / hizmetli takımının en tepesine Menderes’e kızsa da liderine sonuna kadar sadık milletvekili Hacopulos’u eklediğinizde erkekli kadınlı “azınlık renkleri mükemmel hususiyetleri”yle karşınızda.
Karakoyunlu iktisat alanından gelen bir siyasetçi. DPT’de yöneticilik yapmış, Kastelli dahil holding, banka yönetim kurullarında bulunmuş bir iktisatçı. Hükumet sözcüsü ve Özelleştirme İdaresi’nden sorumlu bakan.
Bu nitelikleriyle 6 – 7 Eylül’ü en içeriden görüp okuyor, anlatıyor 'Güz Sancısı'nda:
"İslâm, iktisadiyatın taşıdığı ehemmiyeti idrakten acizdi... Esnaf palazlandır(ılarak) mesele çözülemezdi.. Gökalp'in korumacılık fikri statik bir hevesti. Moiz Kohen, Parvus Efendi, Kirkor Zohrap bile Ziya Gökalp'ten daha korumacı sayılırdı... Halk Partisi celallenmiş ve Müslüman tüccar yaratacak gücü bulmuştu, İstanbul'un para babalarını Aşkale'ye süren Varlık Vergisi, Anadolu tüccarlarını Dersaadet'in kenar mahallelerine getirmişti. Bu nimetli büyük fırsat yarım bırakılmamalıydı. Demokrat Parti, hazır fırsat eline geçmişken, Halk Partisi kadar bile cesaret göstermekten geri mi kalacaktı?"
Kazıkçı manav Tanaş’ı makasla sünnet etmeye koyulanların elinden kurtaran kadın, nihai muhasebeyi çıkartır. Ya da temel itiraf: “Bu dayak sana yeter... Sen utanmazın birisin. Ama dersin böyle olmamalıydı.”
Dayak, ders, ihanet, itiraf devam o gün, bugün.
(1) Turing tarafından yayımlanan Ahmet Parman çevirisinden farklı olan Cemal Süreya çevirisi Kırmızı Kedi Yayınları arasında çıktı.
(2) İki roman da ödüllü ve sinemaya uyarlandı: Salkım Hanım’ın Taneleri, 1989 Yunus Nadi Ödülü’nü; Güz Sancısı, 1992 Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü’nü kazandı. İlki 1999’da, ikincisi 2009’da filme alındı.