İhtimaller tarihe dahil: Kiske Kuşunun Peşinde, Katamizeler
Kiske Kuşu’nun Peşinde bir muhacir ailesi üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir Türkiye hikâyesi. Oktay Özel, 93 Harbi’nin ardından Batum’dan Ordu’ya göçmek zorunda kalan Gürcü bir ailenin, kendi ailesinin üç kuşağının öyküsünü anlatıyor. Oktay Hoca ile hem kitabının içeriği, hem de biçemi hakkında söyleştik.
Gürcü bir ailenin kızı olan Yıldız, Çürüksu’da geçen çocukluk ve gençliği boyunca, hayatının bundan sonraki safhalarının İmparatorluğun kıyı şehirlerinden Ordu’da, üstelik bir tarihten sonra Cumhuriyet idaresi altında devam edip sonlanacağını tahmin edebilir miydi? Tarihçi Oktay Özel’in titiz bir çalışmayla ve yoğun bir emekle hazırladığına şahit olduğum Kiske Kuşu’nun Peşinde, Katamizeler (1835-1981) başlıklı kitabında, 93 Harbi’nin ardından Batum’dan Ordu’ya göçmek zorunda kalan Gürcü bir ailenin, kendi ailesinin üç kuşağının öyküsünü anlatıyor. Ama aynı zamanda, bir muhacir ailesi üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir Türkiye hikâyesi bu. Kitabın diğer tarihsel metinlerden farkı, ele aldığı konuyu kurgusal bir anlatıya dönüştürmesi. Özel’in kendi ifadesiyle, “zihinsel, mesleki kalıpları, açık/gizli dogmaları biraz gevşetme” cesaretine sahip olması. Oktay Hoca ile hem kitabının içeriği, hem de biçemi hakkında söyleştik.
Çalışmanız geniş aile hikâyenizden yola çıkarak, İmparatorluğun dağılışı, buna bağlı nüfus hareketleri ve Cumhuriyet’in hikâyesiyle yeniden değişen düzeni, hatta dönemin devletler arası ilişkilerini takip ve tahlil etmek için de önemli bir kaynak. Çoğumuzun gençlik dönemlerimizde yanından yöresinden geçtiğimiz ve hatta duymaktan sıkıldığımız aile hikâyelerinin, eski albümlerin ne kadar kıymetli ve tarih araştırmaları bakımından eşsiz birer malzeme olduğunu söyleyebiliriz sanırım değil mi? Acaba bu kitap zamanında yeterince ilgi gösterilmeyen o hikayelere bir vefa borcu mu?
Kiske Kuşu’nun Peşinde bir muhacir ailesi üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir Türkiye hikâyesi. Aile ise benim ailem yani Gürcüce sülale adıyla Katamizeler. Bu kitabı aynı süreci Çürüksulu Ali Paşa ve ailesinin deneyimi üzerinden anlattığım diğer çalışma takip edecek. Dolayısıyla, Kiske Kuşu’nun Peşinde uzun yıllara yayılan çok daha geniş kapsamlı bir çalışmanın yan ürünü olarak doğdu. Bir bakıma değindiğin gibi kaba hatlarıyla aşina olduğumuz bir tarihsel hafızanın izini sürüyor. Öte yandan, tam da öyle bir vefa borcu gibi hissetmedim doğrusu kitabın başına otururken. Yazma süreci ilerledikçe, ayrıntılar katman katman birbiriyle ilişkilendikçe şöyle bir hayıflanma duygusu oluştu ama: Bu konulara keşke çok daha önce çok daha yakından ilgi gösterseymişim! Ama haklısın, ortaya çıkan sonuç o tarihsel sürece ve o süreç içinde bir ailenin hikâyesine hakkını vermek anlamında bir borçmuş. Aynı şey bu ülkenin yakın tarihinin ana izleklerini bir mikro evren üzerinden takip etmek bakımından da geçerli.
“Her tarih çalışması gerçeğin bir temsili” olduğunu savunuyor ve “Her durumda, sanki gerçeğin tek ve noter tasdikli belgeleriymiş gibi algılanan ‘resmi evrak’a mahkûm olmadan da tarih yazılabileceğini, sözlü tarihin ve yaşayan tanıklıkların kaynak değerini bir kez daha takdir ve teslim ederek…” diye ekliyorsunuz. Sizin diğer çalışmalarınız gibi bu çalışmanın da eleştirel tarih araştırmalarının “Özel” bir örneği olduğunu hesaba katarak, çalışmanızın, anaakım tarih çalışmalarına nazaran özgünlüğünden biraz daha tafsilatlı bahseder misiniz?
Bu sorunun hakkını kitabın yazarı ne kadar verebilir şüpheliyim. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Gerek Türkiye 1643’te gerekse Kiske Kuşu’nda standart akademik tarihçilik kanonunun ve alışkanlıklarının dışında bir tarihçilik deniyorum. Bunu bilinçli yapıyorum ve benzer yenilikçi, yaratıcı hatta deneysel çalışmalara çok ihtiyaç duyduğumuza inanıyorum. Bu sadece Türkiye için değil genel olarak global akademik tarihçilik bakımından da geçerli. Bazı kalıpların temelden sorgulanması ve radikal bir şekilde kırılması gerekiyor. Böyle bir süreç bir süredir farklı şekillerde yaşanıyor aslında. Modern tarihyazımının metodolojik açıdan dikotomik yaklaşımlarının ötesine geçen, disiplinler arası/ötesi reflektif (düşünümsel) bir yöntemi ve sentetik bir anlatıyı benimsiyorum. Kaynak malzeme olarak da her türlü izin, şahitliğin, söylemin, anlatının standart nesnellik ölçütlerimizin çok ötesinde ayrı ayrı anlam düzlemleri ve kaynak değeri olduğunu düşünüyorum. Göz hizasından tarihçiliği, açık ve şeffaf bir tarihçiliği deniyorum. Modern tarihçiliğin 150 yıllık eleştirel tecrübesinin biz tarihçileri (veya tarihsel beşerî bilimcileri) bu konuda daha cesur davranmaya iten bir donanım ve deneyim biriktirdiği kanaatindeyim. Yeter ki zihinsel, mesleki kalıplarımızı, açık/gizli dogmalarımızı biraz gevşetmeyi deneyelim. Kiske Kuşu’nda elimi kurmacanın (fiction) sınırlarında biraz daha yükselttim örneğin. Ve sonuç olarak anlamlı bir “tarih çalışması” ortaya koyduğumdan şüphe etmiyorum. Yeter ki dil kullanımı ve hikâye etmenin düzinelerce farklı ve eşit derecede meşru yolu olduğuna kendimizi ikna edelim. Ve elimizi korkak alıştırmayalım.
Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in nüfus politikaları bağlamında, Katamizeler ve onların temas halinde olduğu gayrimüslim komşularının safahatından biraz bahseder misiniz? Müslümanlık, Türklük, dilin ve kültürün dönüşmesi ve gayrimüslimler için tasfiye ve kıyım. Ailenizin bir kısmının ve bazı yerli ailelerin, 1915 sürgünü ve kıyımı sürecinde Ermeni komşularını ellerinden geldiği kadar koruduklarını da okuduk. Biraz bundan da bahseder misiniz?
Dikkati çektiğin bu boyutlar ve olgular Katamizelerin hikâyesinin makro düzlemde Türkiye hikâyesiyle en yakından iç içe geçtiği kulvarlara işaret ediyor. Ordu örneğinde Gürcü muhacirlerle şehrin ve yakın kırsalının gayrimüslimlerinin, bilhassa Ermenilerin ilişkisi hiçbir zaman çatışmalı bir ilişki olmamış. Katamizeler ve onlar gibi bir ayağı şehirde ve iltizam sektöründe olan benzer muhacir aileleri söz konusu olduğunda bu bilhassa geçerli. Muhacirlerin nüfuzlu aileleri (Osmanlı belgelerinin “Gürcü rüesası” olarak işaret ettiği ve sayıları bir düzineyi bile bulmayan aile) çatışmayı daha ziyade bölgenin yerli nüfuzlu aileleriyle yaşamışlar. Bu bağlamda “Müslümanlık” her iki duruma da bir engel teşkil etmemiş. Bu yüzden çatışma kendine 1890’larda Gürcülük-Türklük üzerinden bir politik söylem kulvarı üretmiş ve zamanla bunu her iki topluluğun tamamına yayan kategorik imgesel bir zihin algısına dönüştürmüş görünüyor. Bu kulvar Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine de devredilmiş ve uzun süre etkisini sürdürmüş. Bu bağlamda olay her iki devletin nüfus ve kimlik politikalarından ziyade iki tarafın ekâbir sınıfının takip ettikleri nüfuz politikalarıyla, ürettikleri sosyo-psikolojik algı ve politik söylemle ilişkili görünüyor. Daha ilk günden itibaren Çürüksulu Ali Paşa ile başlayıp bir sonraki nesle de taşınan bir mesele bu. Tehcir ve katliamlar esnasında küçük çocukların kurtarılması veya saklanıp korunması olgusu da sadece Gürcü muhacirlere özgü bir durum değil aslında, bir hayli yerli Türk aile de aynı şeyi yapıyor. Kitap muhacirler ekseninde gittiği için örnekleri onlardan verdim. Diğerlerini meraklı araştırmacıların, genç akademisyenlerin ele almalarını umuyorum. Tabii çok geç olmadan! Çünkü o bilgilere sahip kuşaklardan kimse kalmayacak yakında.
Kitapta öne çıkan Yıldız Paşa Hanım, Emine Hala, Lütfiye, Zağfer Hanım vb. kadınlar var. Erkeklerin aldığı kararlarla yaşanan savaş, göç, yerinden edilme, katliam gibi olayları kaleme alırken, kadınları ihmal etmeme ve hatta bazı olayları onların ağzından anlatma inceliğiniz dikkat çekici. Tarihin farklı safhalarında meydana gelen olayları kadınlar, erkekler, çocuklar, gençler, yaşlılar vb. farklı deneyimliyorlar. Siz bunları da ihmal etmiyor ve ince işçilikle ele alıyorsunuz. Yıldız hanımı kendi ağzından kurgusal bir metinle canlandırma fikri çok cazip. Biraz bunlardan bahseder misiniz?
Araştırma safhasında kendi deneyimleriyle öne çıkan veya dikkat çeken kadınlarla karşılaştığımda yazma stratejisini de ona göre kurmaya, onları erkeklerle eşit özneler olarak ele almaya karar verdim. Sözlü tarih görüşmelerimin Türkiye ayağının en öne çıkan ve en konuşkan örnekleri arasında çok sayıda kadın da vardı; onların öncelikli konularının kocalarınınkinden, babalarınınkinden ciddi ölçüde farklılaştığını farkettiğim andan itibaren onlarla konuşmayı, onları konuşturmayı özellikle önemsedim. Böylece anlatılan hikâyeler de çeşitlendi, tam olarak eşitlenmese de. Ve bütün süreç bir tarihsel antropoloji soruşturması niteliğine büründü bir yandan. Metni de bu çeşitlilik ve göreli eşitlik üzerinden kurmanın yollarını aradım. Birkaç denemeden sonra Yıldız Hanım karakteri hem kendi kökensel ve bireysel deneyimiyle hem de erken Cumhuriyet döneminin neredeyse tamamına uzanan uzun ömrüyle anlatının merkezine oturdu. Yazdıkça benim de hoşuma gitti bu kurgu ve 1940’lar sonrasını anlattığım bölümlerde de daha sıradan gibi görünen kadınları hep hikâyenin içinde tutmaya devam ettim, her ne kadar Rıza Efendi gibi baskın bir karakter onların hayatlarının ana gidişatını büyük ölçüde belirlemiş olsa da. Onun egemenliğini de karısı Zağfer Hanım’la kırmaktan ayrıca keyif aldım doğrusu. Sonunda tarihçiliğimizin erkek egemen hikâyelerini de o hikâyelere egemen erkek dilini de kırmak bakımından ortaya kayda değer yeni bir örnek daha çıktığını düşünüyorum.
Dipnotlarınızdan neredeyse birden çok kitap konusu çıkabilir. Fakat benim en çok ilgimi çeken, gayrimüslimlere yaşatılan travmalara ilişkin ayrıntılar ve insan/kadın ticaretine karışan aileler. Özellikle köle devşirip Saray’a, zenginlere satan Tavgirize ailesi örneği. Rum tehcirinde kadınları alıkoymanın askerler için meşru sayılması v.b. Bu konuda ne dersiniz?
Doğru, o kadar yan ve alt hikâyeler ve katmanlar var ki… Hepsini ana metinde veya dipnotlarda anlatmaya kalksanız metin, metin olmaktan çıkar, ortaya çıkana da kitap denmezdi. Mecburen bir ayıklama yapıyor, sadece birkaçına dipnotlarda kısaca işaret etmekle yetiniyorsunuz. Yaptığımız işin ya da okunabilir bir kitap ortaya çıkarma çabasının kaçınılmaz sonucu bu: seçiyor, eliyor, iç acıtıcı tercihlerde bulunuyorsunuz. Soruda verdiğin örnekler eleğin üstünde kalanlardan. Bir meraklısı fark etsin ve oralardan da iz sürebilsin diye…
Taşrada yaşamayan veya taşra ile bağlantısı olmayanlar oralarda yaşayanların devletle, inançla, “medeniyet”le ilişkilerini kestiremezler. Çoğunlukla akılla veya iradeyle açıklanamayacak ilişkiler kurulduğuna inanılır taşrada. Sizin ailenizin geçmişinde de “tahsilat” pratiği üzerinden devleti temsil etme, bir yandan husumete hedef olurken diğer yandan otorite kurma gibi bir deneyim var. Zorunlu hizmetlerden kaçınabilme, mal mülk edinmede öncelikli olma, cezadan kaçabilme gibi avantajları olmuş öyle değil mi?
Evet, öyle. Farklı pozisyonların ve kararların beraberinde getirdiği kaçınılmaz gibi görünen sonuçlar, olumlusu ve olumsuzuyla… Taşraya atfettiğimiz kimi özellikler ve bunların rasyonelliği-irrasyonelliği bahsinde modern zihinlerimizin ürettiği çok sayıda fantezimiz söz konusu. Oysa tarihin her döneminde ve her bölgesinde hayatın içinde şekillendiği somut koşulların ürettiği belli anlam kümeleri ve ilişkilerin de belli rasyonel temelleri, çerçeveleri olagelmiş. Bunu hem tarihten, hem antropolojiden, ezcümle tarihsel beşerî bilimlerin ortaya koyduğu bilgilerden açıkça görüyoruz. Kiske Kuşu’nda anlatılan üç kuşağa yayılan hikâyede karşımıza çıkan resim de bunu sadece bir kez daha teyit ediyor bence… Rasyonellik-irrasyonellik bahsi taşra-metropol veya kentsel-kırsal ayrımı üzerine oturtulacak derecede kategorik bir ayrım için anlamlı bir zemin teşkil etmiyor. Her durumda ve koşulda yıkılıp yeniden kurulan rasyonellikler söz konusu… Tıpkı hayatın kendisi gibi.
Kitabınız, göçü tecrübe etmiş kuşağın hikâyesinin yerleştikleri topraklarda cami yaptırmaları ve mahallenin “Özeller” adını almasıyla bitiyor. Ya da yeni bir safhaya geçiyor diyelim. Bu döngü hakkında ne dersiniz? Neden cami yapılışı hikâyesini bir dönüşüm olarak aldınız?
Rıza Efendi’nin eski bir Ermeni toprağı olan Eskiyurt’ta tutunma mücadelesini hayrat bir cami inşasıyla nihayete erdirmiş olmasının yakın dönem tarihi çalışan, üstelik o tarihi hayli yüksek dozda bir dinsel inanç temelinde açıklayan ve meşrulaştıran söylemler eşliğinde yaşanmış kitlesel yerinden olma, büyük ve dramatik göç olgusu üzerinden çalışan bir tarihçinin zihninde harekete geçireceği çağrışımlar o derece zengin ki, ondan kaçınmak olmazdı. Ben de o çağrışımlardan biri üzerinden bağlamayı tercih ettim hikâyeyi. Rıza Efendi adeta tarihçi torununa geride gollük bir pas bırakmış gibi hissettim. Benim gollük pas olarak gördüğüm şey pekâlâ bir yanılsama, aşırı okuma, mesleki deformasyon örneği veya doğrudan kişisel bir zaaf veya zengin fantezi dünyamın bir göstergesinden başka bir şey de olmayabilir tabii. Eh, hikâye anlatıcısına o kadar da müsaade edilsin artık. En azından hikâyenin dramaturjisi hatırına!
Üslubunuz edebi bir tat bırakıyor okurda. İnsan ve yer isimleriyle epey kalabalık bir anlatıyı sıkılmadan okunacak hale getirmek için siz de taktiklere başvuruyorsunuz: okuru birlikte kafa yormaya davet etmek, kendinize sorular sorup akıl yürütmek, varsayımsal göç hikâyeleri anlattırmak gibi. Bu tekniğe başvurma sebebinizi de böylece açıklamış oldunuz sanırım yukarıdaki cümlelerinizde.
Evet, öyle oldu. Başta yeni yollar, yöntemler denemek, yaratıcı ve deneysel olmaktan korkmamak gerektiğinden söz etmiştim ya, sizin deyiminizle bu “taktikler” de (bir kısmını Türkiye 1643’te denemiştim) bu kitap için tercih ettiğim yazma stratejisinin parçası. Netice itibariyle bazen elimizde sadece bir dizi ihtimalden öte bir şey yoktur! Ve şunu da biliyor olmalıyız: İhtimaller de tarihe dahildir! O halde onları da hikâyeye anlamlı olabileceğini düşündüğünüz bir şekilde ve mümkün olduğunca açık ve şeffaf bir yöntemle, dille dahil etmenin yollarını aramak gerek. Umarım edebiyatın, kurmacanın bu imkanlarını yerli yerince kullanmış ve tadında bırakmışımdır.
Haftanın kitabı: Oktay Özel’in söyleşide bahsettiği Türkiye 1643, Goşa’nın Gözleri, İletişim Yayınları. Özel bu kitapta, 1641’de Rum Vilayeti Defterdarı Mehemmed Murat Efendi’nin bölgede yaptığı sayımın kayıtlarından yola çıkıyor ve halkın devlet ile karşılaşma tecrübesini anlatıyor. Hem de Kiske Kuşu’ndakine benzer bir anlatımla.