İhtiyar Adam ve Silah: Yaşlanmış değil, yaşamış iki insan...
Robert Redford ve Sissy Spacek'in başrollerde olduğu "İhtiyar Adam ve Silah" adlı film vizyona girdi. Robert Redford'un kariyerine veda ettiği film, bize yaşlarının tamamen farkında olan, bu yaşlarının sorumluklarını ‘sindirmiş’, çok farklı uğraşları olsa da hayata bakış açısından bazı ortak noktalarda buluşan iki kişinin hikayesini anlatıyor...
Günümüzde 70’li yaşlarını devirmiş hatta 80’lere merdiven dayamış, ünlü erkek oyuncular için, artık klasikleşmiş roller vardır: zamanında çok yakışıklı olan bu aktörler, artık kendi ileri yaşlarının farkında olan ve eski zafer günlerine selam çakan karakterleri canlandırırlar. Bu oyunculardan az sayıda olan aksiyon yıldızları ise, eğer hala formdaysa filmin kötü adamlarını dağıtan kahraman portreler çizmeye devam ederler.
Tabii değindiğimiz yaşlı oyuncular, artık yakışıklı adamı oynayamayacakları için ya huysuz bir babayı veya kayınpederi, ya da kendilerini yaşından beklenmeyen eğlenceli olayların içinde bulan karakterleri canlandırırlar. Bu bazen son bir bekarlığa veda partisi için Las Vegas’a gitmek olur, bazen ise emekliliklerinde rahat etmek için soydukları bir banka.
Bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan ‘İhtiyar Adam ve Silah’ filmi ise hiç bu yollara girmiyor ve bize yaşlarının tamamen farkında olan, bu yaşlarının sorumluklarını ‘sindirmiş’, çok farklı uğraşları olsa da hayata bakış açısından bazı ortak noktalarda buluşan iki kişinin hikayesini anlatıyor. Bizce bu film hem sakin akan, hem az ama öz konuşmalara yer veren, hem de belli bir hüzünle karışık mizahi bir sinema dilini de sahip olan farklı bir yapım.
Forrest Tucker, kendi halinde, 70’li yaşlarda, sıradan bir emekli adam gibi görünse de aslında çok sayıda banka soygunu ve hapishanelerden kaçış rekoru kırmış bir kişidir. Eski çete arkadaşlarıyla yeni bir soygun planlarken, yolda arabasına aldığı Jewel adında bir kadınla tanışır. Yaşça yakın olan bu iki kişi arasında bir süre sonra bir arkadaşlık ve flört başlar. Jewel kısa bir süre sonra Forrest’in asıl mesleğini öğrense de onu öylece kabul eder ve hayatından çıkarmaz. Bu arada Forrest peşinde olan John Hurt adında genç ve inatçı bir polis dedektifi de devreye girer…
FORREST VE SOYGUN TÜRLERİ…
Normalde, profesyonel soyguncu olan bir karakteri konu alan filmler, ister istemez detaylı planlama sekansları, heyecanlı soygun sahneleri ve iki karşı tarafın yüzü yüze kaldığı gösterişli planlar barındırır. Film boyunca iki ana karakter birbirlerinin açıklarını bulmaya çalışır, zayıf noktalarını yakalar ve bu rekabette taraflardan biri diğerine karşı zaman zaman üstünlük sağlasa da genelde kanun tarafında olan galip çıkar. Herhalde bu şablonları yıkan ve ilk kez soygunculara karşı sempati duymamızı sağlayan film ‘Bonnie and Clyde’ (1967) filmidir.
Bu filmde ise Forrest karakteri her şeyden önce tam bir centilmen ve kibarlık abidesi gibi duruyor. Ancak bu tavır bir ‘kendini beğenmişlik’ veya bir ‘lakayıtlık’ gibi durmuyor. Forrest kendine ilgi duyan Jewel’e bile işini söylemiyor sadece usulca bir kağıda yazıp ona uzatıyor. Soyduğu bankalarda ise kuşkusuz belli bir tehdit unsuru koyuyor ancak bu da olabilecek en yumuşak şekilde, nezaketi hiç bozmadan ve stressiz hatta ufak bir mutluluk tebessümüyle gerçekleşiyor. Hikaye 1970’li yıllarda gerçekleştiği için bankaların korunma tedbirleri tabii ki günümüzdeki gibi değil ancak yine de Tucker’ın tutumu, her tarafa silah çevirip bağırıp çağıran, müşterileri ve banka personelini hırpalayan, telaşlı ve sinirli banka soyguncularının gerçekten çok uzağında gibi duruyor.
Hatta ‘İhtiyar Adam…’ filmindeki soygun sekansları o kadar huzurlu bir şekilde akıyor ki sanki Forrest bunu asıl işi olarak değil, boş zamanlarını değerlendirmek için yapıyor gibi bir hava esiyor.
FARKLI BİR BAĞIMLILIK…
Bu kadar soygun yapmış ve firar etmiş bir kişinin amacının, çaldığı paralarla zenginleşmek olması, bu tür filmlerde aklımıza gelen ilk mantıklı açıklamadır. Forrest’in tabii ki böyle bir hedefi var fakat sanki onun soygun amacı daha çok bir alkole veya uyuşturucuya bağımlılık gibi bir ‘ihtiyaçtan’ kaynaklanıyor. Ne zaman hayatını belli bir düzene koyacak olsa sanki içten içe kanı kaynıyor ve birçok kişinin kafeye gitmesi gibi bir bankaya girip, kendine özgü tarzıyla orayı soyuyor! Bu bağımlılığın en açık ifadelerinden birini, Tucker’ın, biraz durulmuşken, hayatını sakin bir yola sokmak için uğraşan Jewel’in yanında, bir sinema çıkışında, yanlarından geçen bir banka aracının ardından uzun uzun bakmasında görüyoruz.
Bu zafiyet yaşadığı anların dışında, başkarakterin adeta ‘ermiş’ tavrı film boyunca devam ediyor. Öyle ki onun peşinde olan genç dedektif Hurt bile nasıl bu adamın bu kadar sakin bir şekilde davrandığını anlamakta zorlanıyor. Hatta soyulan bankaların müdürlerini bile sorgularken "Nazik miydi?" gibi sorularına aldığı olumlu cevap onu giderek daha da şaşırtıyor.
Biz ise aslında onun kadar şaşırmıyoruz… Bunun nedeni sadece seyirci olarak Tucker karakterine film boyunca yakın olmamız ve onun dünyasıyla sıkı bağlantılı olmamızdan kaynaklanmıyor. Daha çok film boyunca Tucker’a onu seven ve her yanıyla onu kabul eden kadının yani Jewel’ın gözünden bakabiliyoruz. Çünkü Jewel onu yargılamıyor veya kınamıyor. Tabii ki yaptığı şeyi tasvip etmiyor ve onu daha sabit, beraber sürdürecekleri bir hayatla tanıştırmaya çalışıyor. İkisinin de belli bir yaşta, hatta ileri bir yaşta olduğunu göz önünde bulundurursak iki karakter de soygunu bırakmayı heyecanlı bir yaşamın sona ermesi gibi değil, huzurlu bir emeklilik gibi görüyor ama bir yandan sanki Jewel onun bu işleri tamamen bırakamayacağını biliyor.
YAŞANMIŞ HAYATLAR
Filmde göze çarpan noktalardan biri de Forrest karakterinin de Jewel karakterinin de yaşlanmıştan ziyade yaşamış karakterler gibi duruyor. Kuşkusuz ikisi de aşkı yeni bulmuş gençler gibi davranmıyorlar ama hayatlarının sonbaharında olduğunu kabullenmiş, ‘ununu eleyip eleğini asmış’ veya ‘yaşayacağımı yaşadım gerisi çok önemli değil’ gibi bir tavırları da kesinlikle yok. Başka bir deyişle ikisi de bastıkları yaşı ‘hak ettiklerini’ ve bunun da belli bir başarı ve sorumluluk getirdiğini düşünüyorlar. İki karakter de, 70’li yaşlara yaklaşmayı, bir ‘sona geliş’ gibi değil bir açıdan ‘birikim yapma’ ve ‘o yaşı kazanma’ gibi görüyor. Dolayısıyla filmin zaman zaman hüzünlenen havası, seyircide asla bir ‘umudu kesme’ veya ‘acıma’ duygusu uyandırmıyor…
Bu yönde ilerleyen bir (gerçekten yaşanmış!) hikayeyi ayakta tutan ve dengeli bir hava getiren etkenlerden biri de tabii ki iki büyük oyuncunun varlığı oluyor: filmde canlandırdığı karakterin aksine, artık emekliliğini açıklayan büyük oyuncu Robert Redford ve ona çok hoş bir şekilde eşlik eden Sissy Spacek karakterlerine inanılmaz bir duygu ve derinlik katıyorlar. Onların yanında ise yine Tom Waits ve Danny Glover iki eski toprak, oyuncu ve müzisyeni görmek her zaman keyif verici.
Kısaca söylemek gerekirse, 2003 yılında, gazeteci David Grann’nın çıkardığı bir makaleden uyarlanan bu gerçek öykü, bir şeyi bırakmanın onu yapmayı sürdürmekten daha zor olduğunu, bir insanı olduğu gibi kabul etmenin onu yargılamaktan çok daha sancılı geçtiğini ancak yine de hangi yaşta olursa olsun bir insanın, hatalı bir yoldaysa, sevgi sayesinde en azından değişmeye çabalayabileceğini ince bir dille anlatan bir yapım… Artık oyuncu olarak emekliliğini açıklamış büyük aktör Robert Redford ve kariyerine de yakışır bir veda filmi…
Yönetmen: David Lowery
Oyuncular: Robert Redford, Sissy Spacek, Tika Sumpter, Danny Glover, Casey Affleck, Keith Carradine, İsiah Whitlock Jr., Tom Waits…
Ülke: ABD