İhtiyar gençlik

Kırk yıl önce gençler, canlarını kurtarmak için bir yolunu bulup kaçmaya bakıyordu. Bugün, insanca yaşamak, burada mahkum olduğu, olacağını görüp bildiğinden farklı bir hayat kurabilmek için gözü dışarıda gençlerin yüzde doksanının. Gençlere memleketi dar ediyoruz kırk yıldır. Kovuyoruz onları. Kapı dışarı ediyoruz.

Zeki Coşkun zekicoskun@gmail.com

Gençler ve gençlik yine gündemde.

İnceleme, araştırma, soruşturmalar ve bunlardan kalkarak yorum üstüne yorumlar... Gazete dergi köşelerinden bilimsel yayınlara, tüketici profillerinden seçmen davranışlarına gençlik her cepheden mercek altında.

Ve fakat, ne genç var ortada ne de gençlik. Onlar birer denek. İstatistik nesnesi. Çözümlenip değerlendirilecek, işlenecek veri-çıktı kaynağı. Gençler inceleniyor, konuşuluyor. Ama onlar yok ortada. Konuşmuyor, konuşturulmuyorlar. Sessiz. Suskun. Dilsiz oyun sürüyor yıllardır bu ülkede.

Gazete Duvar’ın 12 Eylül’e dair çok yerinde başlığını anarak söyleyelim; bugüne vurulan kesintisiz darbe, gençleri ve gençliği biçiyor 40 yıldır. Gençler dilsizliğe, mutsuzluğa mahkum 40 yıldır. O gün, bugün.

En güncel veri, Temmuz-Ağustos 2020 tarihlerinde MAK Danışmanlık tarafından ülke çapında yapılan Gençlik Araştırması’ndan geliyor. Araştırmayı gerçekleştiren şirketin yöneticisi her şeyden önce gençlerin konuşmaktan kaçındığına vurgu yapıyor. Diğer araştırmalarda soru yönelttikleri her üç kişiden birinden yanıt alınırken burada oran 13’te 1’e düşmüş!

BU MEMLEKET KİMİN?

Konuşmuyor gençler. Mesele ne korku, ne de kayıtsızlık, daha büyük: Buraya ait değiller. Dahası, burası onlara ait değil. Biliyorlar. O nedenle de her dört gencin üçten fazlası, fırsatını bulsa kapağı yurt dışına atmaya bakıyor: Yüzde 76.2 ama bunu yüzde 90 diye okumak gerekir. Çünkü yüzde 76.2 “kesinlikle giderim” diyor, “fırsat olursa giderim ama ülkemde aynı şartları bulursam gitmem” diyen yüzde 14, bulamayacağını bildiğine göre, bağlasan durmaz! Mahcup kararsızları (yüzde 4.3) saymıyoruz.

Sadece bu veriler bile, 12 Eylül darbesinin sürekliliğini söylüyor.

40 yıl önce darbecilerin gözaltına aldığı 650 bin kişi ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargıladığı 230 bin kişi içinde gençlerin oranını sorgularsanız bugün fırsatını bulsa ardına bakmaksızın başka ülkeye gidecek gençlerle aynı sayı çıkar karşınıza: Yüzde doksandan fazlası…

O gençlerden 50’si darağacında, 299’u hapishanede can verdi. Bunların 171’inin işkenceden öldüğü belgelendi.

Kırk yıl önce gençler, canlarını kurtarmak için bir yolunu bulup kaçmaya bakıyordu. Bugün, insanca yaşamak, burada mahkum olduğu, olacağını görüp bildiğinden farklı bir hayat kurabilmek için gözü dışarıda gençlerin yüzde doksanının.

Gençlere memleketi dar ediyoruz kırk yıldır. Kovuyoruz onları. Kapı dışarı ediyoruz.

Bu daimi hal, kırk yıldan önceye uzanıyor. Tezer Özlü, 1 Mayıs 1977 katliamının ardından “Burası bizim yurdumuz değil, bizi öldürmek isteyenlerin yurdu” diyordu Leyla Erbil’e. Taksim 1 Mayıs Alanı’nda can veren 34 kişinin tamama yakını gençti. 2013 Gezi protestolarında, 2015 Suruç’ta kaybettiklerimiz de öyle…

Gençler susuyor. Çekip gitmeye bakıyor. Başka ne yapacak? Ölüyor.

KRONİK VE BULAŞICI MUTSUZLUK

MAK araştırmasına göre her iki gençten biri mutsuz: Yüzde 50.5.

Birleşmiş Milletleri 2020 Dünya Mutluluk Raporu da aynı durumu işaret ediyor: 156 ülke arasında Türkiye 93'üncü sırada yer alıyor. Bir önceki yıl 79'uncu sıradaymışız. Amerikan araştırma kuruluşu Gallup’un Küresel Duygu Raporu, daha beter: 143 ülke arasında Türkiye sondan dördüncü… Ülke insanının yüzde 57’si gülmüyor.

Gençler nasıl gülsün?

Mutsuzluğumuz, umutsuzluğumuz kronik ve bulaşıcı. Bu topraklar üzerinde yaşayan yetişkin, genç, çocuk, her yaştan, her cinsten, her boydan insan, bu sarmalın içinde nefes almaya çabalıyor. Dünya Sağlık Örgütü 2012 Mutluluk Endeksi, 34 ülkede 11-15 yaşındaki çocukların en mutsuz ve en öfkelilerinin Türkiye’de olduğunu söylüyordu. Mutlulukta sonuncu, öfkede birinci.

UNICEF Eylül 2020 raporu, sekiz yıl önceki veriyi güncelliyor: Yine aynı yaş grubunda Türkiye’deki çocukların yüzde 53’ünün hayatından memnun olmadığını belirtiyor. Başka bir deyişle çocuklarımız, OECD üyesi 41 ülke arasında mutsuzluk şampiyonu.

***

Dönelim gençliğe. MAK araştırması, Türkiye gençliğinin her anlamıyla baskı ve şiddet altında olduğunu ortaya koyuyor. “Hiç fiziki/sözlü şiddete muhatap oldunuz mu” sorusuna “Hayır” yanıtı verenlerin oranı sadece ve sadece yüzde 16.3.

Bu açık şiddet gündelik hayatın içinde de devam ediyor. Araştırmaya katılanların yüzde 77.6’sı torpil olmadan iş bulamayacağını biliyor. Yüzde 60.3’ü, üniversite eğitimi ve diploması iş bulmaya yetmez, diyor.

DEĞERSİZ, KİMLİKSİZ

Aynı araştırma, mevcut kimlik ve değerlerin gençlerde pek karşılık bulmadığını gösteriyor.

Ne 12 Eylül’ün Atatürk milliyetçiliği, Kemalizm, ne ANAP ve ardılları muhafazakar liberalizm, ne yerli-milli kindarlık, dindarlık… Bir değer olarak vatan, millet, bayrağı başa koyanlar sadece yüzde 17. 6, din 11.5, ahlak 8.1, aile 10.

Bu sadece bugünün değil, kırk yılın bilançosu aslında. 12 Eylül darbecileri kendi emrettikleri dışında her tür “ideoloji”yi yasakladı. Süngü, dipçik, hücre, işkence eşliğinde kimliksizleşmeyi dayattı. “Sol-sağ karıştır, barıştır” ve devamında “itiraf et, geçmişini inkar et, terk et” uygulamalarını getirdi.

Buna bir takım kalem ve kelam ehlinin, medya erbabı kanaat önderinin iktidara doğru “özgür” görünen iştahlı dönüşümü, geçmişe dair “elveda” sağanağı eşlik etti.

28 Şubat’ta üniversitelerde gençliğe yönelik “ikna odaları”yla sürdü aynı gelenek. Bugün işe, okula, yurda kabulde, kısaca yaşama hakkı için gençlere dayatılanlarla sürüyor: İtaat et, rahat et.

Edemiyor gençler.

İHTİYAR OLDUM

Türküyü, şarkıyı bilmeseler de Aşık Mahsuni’yle, Cem Karaca ve Moğollar’la birlikte söylüyor gençler hep bir ağızdan:

Daha anamdan doğmadan

Neden ben ihtiyar oldum?

Sorunun yanıtı ortada aslında. Yine de sahaya bakalım. Ankara İletişim Fakültesi’nin “uygulama gazetesi” Görünüm’ün 39'uncu sayısında Melike Pala’nın TÜİK verilerine dayanan haberi “Gençlik: İşsiz, mutsuz, umutsuz” başlığını taşıyor.

Haberde görüşüne yer verilen Erdem Seyfioğlu 24 yaşında. Sakarya Üniversitesi’nde Sanat Tarihi öğrenimini son sınıfta terk etmiş. “Mezun olduktan sonra yapabileceğim mesleklerin farkındaydım. Yine kasiyer, garson olacaktım. ‘4-5 yıl okuduktan sonra garson olacaksam neden okuyayım, okumadan da garson olurum’ diye düşündüm” diyor ve devamı: “Azalan alım gücü, geçim derdi derken genç olmayı unutuyorsun.”

Pala’nın görüş aldığı Eslem Alemdar da İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi öğrencisi, 20 yaşında. “Maddi manevi o kadar zorluğa katlanıyorum, ailemi de o kadar zahmete sokuyorum ve üniversite okuyorum ama bitirince iş bulabilecek miyim? Geçinebilecek miyim? Henüz yirmili yaşlarımızın başında bunları düşünmekten saçlarımız ağarıyor.”

Bir başka Sanat Tarihi öğrencisi Doğukan, Boğaziçi Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği’ni bırakıp Mimar Sinan’a geçmiş. O da geçen pazar yazdıklarım üzerine bir e-posta gönderdi. Bilgisi ve onayıyla aşağıya alıyorum. İşaret ettiği “yetercilik” ihtiyarlığın bir başka ifadesi gibi görünüyor bana.

Z KUŞAĞI YA DA TRUMAN ŞOV

“İster Z kuşağı diyelim ister 18-25 yaş arası gençler- olarak bizler, küreseli kavrarken de bulunduğumuz toplumu anlamaya çalışırken de çekirdek ailemizi tanımaya çalışırken de kimisi için tuzak kimisi (postmodernler) için gerçek olan ‘yeterlicilik veya yetercilik’ girdabı içindeyiz. Bu girdap bizi boğabilir ya da yepyeni bir dünyanın kıyısına taşıyabilir.

Yetercilik, sosyal medyayla zirveye çıkan paylaşma ve ortak noktaları bulma isteğinin bir dışavurumu: Onunla aynı hikaye kitabını sevenlerle kurduğu 6 kişilik Facebook grubu, bildiğin bin kişinin dinlediği bir müzik grubunda bas gitar çalmak vb. örneklerle çoğaltılabilir; dünyayı bir noktadan tanımlayabilen grupların algısını da yönlendiren dış faktörler bütünü.

Hepimizin karşılaştığı reklam ve internet çerez geçmişi durumu daha iyi anlatacaktır. Örneğin ben devamlı olarak Gazete Duvar, Diken, Medyascope gibi mecraları takip edersem, Google veya tüm arama yapılabilen platformlar benzer haberler, videolar çıkartacaktır önüme. Bu durum çok uzun süre devam ederse de benim için dünya, bu yönden tanımlanan bir bütünü oluşturacaktır.

Hermenötiğe dayanarak söylersem, her görme edimimiz (burada görme dedim ama tüm duyular için geçerli) dünyayı bütün olarak bizim şahsi hikayemiz ve kültürel geleneğimiz temelinde bir şekilde oluşturur, günümüzde iste bu dünyayı tüm medya aygıtları ve sınırsız ulaşma hakkı oluşturuyor. Bu hak sonucu çeperler oluşturuyor ve tek tük reseptörümüzün uyduğu insanlarla bağlantı kurmakla yetiniyoruz. Algımız küçülüyor, daralıyor.

Bir arkadaşımla beraber kuşaklar arası algı meselesi üzerine okumalar yapmaktayız. Edebiyat-sanat alanında ya da toplumsal boyutta hep süregelen “kuşak” tanımlamasının garip soğukluğuyla karşılaşıyoruz.

Son yazınızda, ‘Eğer tarih, ona temel oluşturan değişim, bizlerin dışında cereyan ediyorsa, insanın, toplumun, düşüncenin, bilgi ve bilimin işlevsizliği, baştan kabul edilmiş demektir. Bu dünyanın inşasındaki kuramsal tezler karşısında alternatif aramak, her şeyden önce, bir kimlik, varoluş ve temelde değer sorunudur’ diyorsunuz.

Sözünü ettiğiniz ‘kimlik’ ve ‘değer’ sorunu, bizim kanserimizi büyüttüğümüzü (burada Baudrillard'a geri dönüyorum), normal haline getirdiğimizi mi gösterir sorusunu kim cevaplamalı, bunu kim çözmeli?”

***

Doğukan ve tüm gençlerin sessizce, dingince söylediklerini tartışmak zorundayız.

Kırk yılın gecikmişliği, harcanmışlığıyla. Kaybettiklerimizi, borçlu olduklarımızı ve hakkımızı; gençliğimizi keşfetmek, yaşamak, yaşatmak için tartışacağız. Dayatılan, hükümsüz “değer”ler karşısında gerçek -ve evet- alternatif “değer”leri birlikte üretmek, yaşamak için bir ihtiyar gencin, Peter Ustinov’un giderayak söyledikleriyle başlayabiliriz:

Karamsarlık romantik bir tutkudur, iyimserlikse görevdir.

Tüm yazılarını göster