Hafta sonu düzenlenen Altın Kelebek ödül töreninde Cüneyt Arkın duygusal bir konuşma yaptı. (Medyamız bunun “gecenin en duygu dolu ânı” olduğunu ilan etti.) Ödül vermek üzere sahneye oğlu Kaan ile birlikte gelen Arkın, “90 dakikalık filmlerin 60 dakikasında havada uçan ben, şimdi oğlumun yardımıyla yürüyorum" diyerek salona seslendi. Bunun üzerine lafa giren Kaan da, “Hayır. Aslında tam tersi. Bu zamanda onun gibi Atatürkçü, aydın insanlara ihtiyaç var. Biz onlar sayesinde ayakta duruyoruz ” dedi. Salon, alkış kıyamet… Sahneden inerlerken de, Cüneyt Arkın, ödül verdiği oyuncunun (Barış Arduç) adından hareketle, “Barış Türkiye, barış!” diye bağırdı. Salon bu çıkışı da karşılıksız bırakmadı, coşkuyla alkışladı. O gece bunun ve “En İyi Erkek Haber Sunucusu” ödülünü alan Fatih Portakal’ın “Ödülü, bütün gazeteciler adına değil, gazeteciliği adam gibi yapan gazeteciler adına” aldığını söylemesi dışında, ülkenin hâl ve gidişinden duyulan rahatsızlığın başka da bir işareti olmadı. Oysa ödül törenleri bu türden rahatsızlıkların açığa çıktığı yerlerdir, ödülü alan ya da verenlerin o sahnede bir çift laf edip protest göndermeler yapması alışıldık bir şeydir, beklenir. Geçen sene mesela aynı törenin havası bu yönden bambaşkaydı. Neredeyse her çıkanın safını belirleyen bir şeyler söylediği bir törendi o. Ama bu yıl aksine… Gülben Ergen bile Can Dündar’a selam yollamadı!
İşte bu yoklukta Cüneyt Arkın bir nimet gibi geldi sahneye. Geceyi izleyen ve dinleyen huzuru kaçmış milyonların duygusunu doyurdu. Vaktiyle açlığını Yılmaz Güney’in Cannes’da havaya kalkan yumruğuyla doyurmuş olanlarımızın bile hoşuna gitti o sözler. Çünkü artık o denli açız.
Durum ve an itibarıyla sıra dışı bir tanıklıktı. Korku ve yıldırma siyaseti altında bitkin düşmüş bir toplumun o salondaki üyeleri içinden biri çıkmış, döneminin bütün karanlık uyarıları sanki yalnızca kendisine yöneltilmiş gibi ayağa kalkmış ve “İşte ben buradayım!” demişti. Bu aslında entelektüeli tanımlayan, ona has bir jesttir. Döneminin tüm topluma yönelmiş saldırıları karşısında alınganlık gösterip ayağa fırlamak, entelektüelin işidir. İnsanlık tarihinde güzel ve onurlu ne varsa, neredeyse hepsi, başkalarının acılarını kendi acıları olarak kabul etmenin bedelini ödemeye her an hazır bu alıngan delilerin eseri olmuştur. O bedelin en ağırı da, sahipsizliktir, kimsesizliktir.
Flaman ressam Pieter Bruegel’in 1558’de çizdiği İkarus’un Düşüşü adlı bir tablo vardır. Burada İkarus, çerçevenin sağ alt köşesinde, tepe taklak suya düşmüş birinin çırpınan ayaklarıdır sadece. Resmin merkezinde, İkarus’un öyküsünde hiç yeri olmayan bambaşka şeyler vardır: Tarlasını süren köylü, aşağıda koyunlarını otlatan bir çoban, su üstünde gidip gelen gemiler, kenarda avlanan bir balıkçı… Bütün bunların kıyısında, çırpınan iki bacak olarak İkarus, gözden kaçabilecek küçücük, üstelik gülünç bir detaydır.
Tabloya temasını ve konusunu veren İkarus’u neredeyse gözden kaçacak bir ayrıntı olarak konumlandırmış olan bu kompozisyon, biçim olarak kurgulanmış bir içeriktir. Acımasız bir ironi olarak, entelektüelin kimsesizliğini anlatır. Çünkü İkarus, onu trajik bir sona götüren güneşe ve ışığa olan tutkusu nedeniyle, sanat ve düşünce tarihinde entelektüelin bir imgesidir ve resmin merkezinde duran balıkçısı, çobanı, çiftçisi ve yüzen gemileriyle hayat İkarus'un düşüşüne karşı mutlak bir kayıtsızlık içinde akıp gitmektedir. İkarus düşmüş kime ne!
Bu kayıtsızlık çok uzak bir geçmişte belirlendi. Sokrat, baldıran zehrini içerken Atinalılar kendi agoralarında gündelik işleriyle meşguldüler. “Dünya evrenin merkezi değil, sadece güneş sistemindeki herhangi bir gezegendir” diyen Giordano Bruno, Roma’nın Pazar yeri Campo dei Fiori’de kalabalık bir izleyici önünde yakıldı. “Almanya’nın çocukları, onları ezen sermaye sahiplerinin sömürüsü altında yoksullaşmaktadır” diyen Rosa Luxemburg’un başı Almanya’nın çocukları tarafından tramvay demirleri üzerinde taşla ezildi. Nâzım Hikmet, “Memleketim” dedi, memleket hapishanelerinde çürütüldü. Bruegel’in tablosunda İkarus’un tepe üstü düştüğü su, Campo dei Fiori’dir, Berlin’in soğuk tramvay demirleridir, Bursa Hapishanesi’dir…
Dünyaya doluşmuş kalabalıklar, kendi sorunlarının nedenlerini kendilerine kavratacak bilgilenme süreçlerinden, tarih içinde gittikçe daha gelişkin ve rafine yöntemler bulunarak uzak tutuldular. Kendilerine ve dünyaya olduğu kadar entelektüele bakışını da belirleyen işte bu uzak bırakılmışlık halidir. Entelektüelin bahtsızlığı da budur: Söylediği şeyi sahiplenmede çıkarı olanlar sahiplenmenin zihinsel –neredeyse- hiçbir aracına sahip değildir. Sahiplendikleri bir yıldızın ağzından dökülen bir çift söze meftun oluşumuz bundandır.
Bruegel’in ironik kompozisyonla tasvir ettiği yeryüzü, her türlü olasılığa kapanmış, macerası bitmiş bir yer değildir, bir imkânlar, mümkünler zeminidir, İkarusların umursandığı bir yere de dönüşebilecek trajik bir hakikattir. Ve o zamana dek, yani insan mutluluğunu ve insan özgürlüğünü ezen akıldışılığın karanlığı sürdükçe, entelektüeller, sonunda İkarus’un kaderi gelip bulsa da onları, ışığa uçmayı sürdüreceklerdir. Çünkü aklını kullanan birine, akıldışı bir şey kadar tahammül edilmez bir dert yoktur.