Hikâyemizin kahramanları maguy ve fobaraj ile ilk kez doksanlı yılların ortalarında Cezayir’de karşılaştım. Daha önce adlarını bilmezdim, ömrümde de duymamıştım. Benim eksiğim; cahilliğime verin. O dönemde biz kendi irtica ve terörle mücadelelerimizle ilgiliydik. Cezayir’e de o kafayla bakar, öyle bilirdik. Özetle, Cezayir’le ne ilgiliydik, ne ülke hakkında pek fazla bir şey bilirdik. İlk görev yerim olarak 1995-97 yılları arasında yerinde tanıklıkla biraz bir şeyler öğrendim.
“Gözden Irakta” kitabımın ilgili bölümünde* de aktardığım üzere, kısa sürede anladığım “terör” denilenin bizim bildiğimiz teröre benzemediği ve onunla yapılan “mücadele” adı altında sürenin de esasen örtük bir iç savaş olduğuydu. Diğer fark, ülkenin en tehlikeli bölümlerinin başkent Cezayir’in hemen yakın çevresi, giriş-çıkışları ve belirli semtleri oluşuydu. O dönemde oradaki gölgeler dansında, hele benim gibi paraşütle gökten inen bir tıfıl diplomat için, kimin kim ve kimin kimle hangi hesabı görmek derdinde olduğunu çözmek hayli zordu.
Diplomatların kent merkezinden otuz kilometre ötesine çıkması Dışişleri Bakanlığı’nın özel iznine bağlıydı. Gece onbirden, sabah altıya dek sokağa çıkma yasağı da vardı. Akşam karanlığında ağaçlık, göz gözü görmez yollarda çevirmeye girerseniz kalp atışlarınız bir tur artardı. Üniformalara, tiplere, hale tavra göz kesilmeye çabalardınız. Zira cinayetlerin, katliamların, insan kaçırmaların önemli bölümü “çakma çevirmelerde” olurdu. İşte “faux-barrage” yani okunuşuyla “fobaraj” o sahte çevirmeleri betimleyen terimdi.
Genel “güvenlik güçleri” çatısı altında hangi birimin, hangi birliğin ne yapacağı kestirilemezdi. “Teröristlerin” de üniformayla eylem yaptıkları, hatta düpedüz insanlık suçu işlediği bilinen gerçekti. Her çevirmede durmak durmamak, duracaksanız silâhınızı en azından bacağınızın altında hazır bulundurmak size kalmıştı. Bunun Türkçesi sanıyorum “at izinin, it izine karışması” demekti. İntihar saldırıları, kitlesel yıkıma yol açan güçte patlamalar, kafa kesmek gibi yüreklere korku salan tedhiş eylemleriyle ilk orada tanıştım. Oradaki olayların evriminden de, çok sonra 2003 Eylül ayında göreve başladığım Bağdat’taki üç yıllık gözlem ve (yine kendimce, doğru-yanlış) çözümlemelerimde çok yararlandım.
Ancak, fobarajlara olanak sağlayan zemini anlamak çok daha karmaşık bir işti. Maguy da böylece işin içine giriyordu. “Magouille” Türkçeye, aynı şeyin farklı yönlerini öne çıkaracak farklı biçimlerde çevrilebilir. Entrika, tezgâh, kumpas, al takke-ver külâh, kimin eli kimin cebinde, hatta “heyhat, kimler kimlerle yan yana” gibi. Politiko-militer maguy, politiko-finansiyer maguy, üçünü harmanlayan çok ayaklı maguy. Ve nihayet terör adı altındaki tedhiş eylemlerini de; kaçakçılık, rüşvet, vergi kaçırma gibi suçları işleyenleri ve bunların hepsiyle birden mücadele ettiği varsayılan güvenlik ve istihbarat bürokrasisi ile kimi siyasetçi ve hükümet üyelerini de içeren devasa bir ahtapotu andıran maguy.
Benim maguy ve fobaraj adlı iki kurmaca karakter dolayımıyla açıklamaya çalıştığım ortamı, Büyükelçi Oğuz Demiralp, çözülme, çürüyerek çökme, yozlaşma, yolsuzluk gibi daha doğrudan ve yerinde terimlerle ve bilimsel altyapısını da kurarak gösterdi. Sürdürülebilir yani belirli ölçülerde göz yumulup, yatırımın, kalkınmanın önünü açacak kadar varlığına izin verilen yolsuzluk diye bir şey yok. Nasıl vücudunuzda kanserle yaşayamazsanız, yolsuzluğun da yayılmaması mümkün değil. Burada soru “hangi devlet?” oluyor ve yanıtı da belli: Hukuk devleti -gerektiğinde “rutin dışına çıkabilen” devlet değil.
Devlet aygıtının merkezileşmeye ve yerleşik düzene yönelmesi doğal. Kurallarda ve yönetsel yapıda tektipleştirme de anlaşılır. Regülasyon, denetim, kuralların açık, anlaşılır ve tüm yurttaşlar için aynı olması da öyle. Örnekse Napolyon da son sürgününde hiçbir askeri zaferinin değil, en kalıcı ve dönüştürücü icraatının “code napoléonique” yani yasalarının toplamı olduğunu belirtmişti. Günümüzde güçler ayrılığı, vergilendirme, suç ve ceza orantısı, bağımsız yargı, ifade özgürlüğü, şeffaflık, katılımcılık ideal yönetişimin unsurları olarak eklenebilir. Başka deyişle, devlet aygıtına memur alımı, liyakat ve memuriyette yükseltme kriterleri ne mucize ilâç ne başat öncelik. Ancak kafanızı, kafanızdaki “kutsal devlet” imgesiyle bozduysanız, o zaman başka.
Kanser tedavisinde 60-70’lerde çığır açan ABD’li hekim Vince de Vita** bugün alışageldik elde ne varsa, ilaç, ışın, ameliyat hepsiyle birden hastanın üzerine giden onkolojinin babalarından. Bu yaklaşımın bedeli hastanın hırpalanması. Hırpalanmayı göze almadan iyileşmek veya hayatta kalmak olmuyor. “Tuğlayı çekin, altında kim kalırsa kalsın” bu demek. Doğru beslenme, hareketsiz kalmamak, sigara içmemek, içkiyi ölçülü tutmak veya şarabı yeğlemek gibi yaşama tarzına ilişkin adımları da biliyoruz.
Ne var ki eğer kanser olduysak bunların tedavinin yerine geçtiğini iddia edemeyiz. Örnekse New York’u 1980’lerde mafyadan temizleyen Manhattan Güney Bölgesi Savcısı Rudy Giuliani liderliğindeki ekibi düşünebiliriz. O dönemin ekmeğini yiyen müteahhit Trump sonradan ABD Başkanı oldu ama New York yeniden mafyaya teslim olmadı. Sevgili Mustafa Paçal da aracı havaya uçurulan Sicilyalı savcı Falcone’yi anımsattı. “Temiz Eller” kampanyasını ve bir diğer savcı Di Pietro’yu; Sicilya tayininde ancak yüz gün dayanıp, öldürülen jandarma kökenli vali Dalla Chiesa’yı da anımsayabiliriz.
Bir daha tezgâha gelmeyelim, o sevimsiz maguy ve fobaraj (siz ona “failimeçhul” de diyebilirsiniz) ikilisi sonsuza dek bünyemizden çıksın diyorsak, önce hırpalanmayı, kendimizi hırpalamayı, hırpalatmayı göze almalıyız. Oysa “demokratik” muhalefet, köktenci kanser tedavisini geçtim, “perhize, idmana ne hacet, moralimizi yüksek tutalım yeterli” der gibi. Sigara içmeyen babam ameliyat olup, ışın ve ilaç tedavileri geçirdikten altı ay sonra dil kanserinden ölmüştü. Annemse, 18 yaşından beri günde iki paket içtiği sigarayı akciğer kanseri teşhisini öğrendiği gün bıraktı. Aynı yollardan geçti, on küsur sene farklı yetmezliklerin bir araya gelişiyle öldü.
Bizim burada şimdilik boşa konuştuğumuz ortada. Bu yazının çıktığı günün sabahında Sedat Peker’in son videosu yayınlanmış olacak. İçişleri Bakanı Soylu’nun son TV söyleşisinden bu yana ise Cumhurbaşkanı Erdoğan “bunlar daha iyi günleriniz” dedi. Gezi’nin yıldönümüne denk getirip, Taksim Camisi’ni açtı. Açılışta hem Beyoğlu’ndaki kilise bolluğundan yakındı, hem Beşiktaş’ı “mabedsiz belde” ilân etti. Demirtaş’a savunma yaptığı için mahkeme ekstra hapis cezası verdi. Yurtbaşı’nda (Gürpınar-Van) oturdukları yeri savunan Kürt köylülere karşı kolluk kuvveti ateş açtı. İBB Başkanı İmamoğlu’na YSK’ya hakaret gerekçesiyle dava açıldı. Bir haftalık bilanço dahi uzar gider.
Özcesi, kadıyı kime şikâyet edeceğimizi bilemez haldeyiz. Söylenen de kadının yakında değişeceği, her şeyin kendiliğinden çok güzel olacağından ibaret. Dileyelim bunu söyleyenler haklı çıksınlar ama benim yarım aklım pek yatmıyor doğrusu.
* Esasen Cezayir’i kitaba katmak gibi bir niyetim yoktu. İletişim Yayınları’ndan sevgili Tanıl Bora’nın yönlendirmesiyle editörüm olan değerli hocamız Ahmet İnsel’in isteğiyle o bölümü yazıp, ekledim. Bana üstünkörü geldi, İnsel Hoca ise aksine pek beğendiğini belirtince, kitaptaki yerini aldı. Bilvesile, buradan her ikisine de, beni adam yerine koyup, ayırdıkları zaman ve verdikleri emek için tekrar teşekkür ederim.
** Malcolm Gladwell’in denemelerini derleyen kitaplarından Outliers’da vardı öyküsü, ben oradan okumuştum, aklımda kaldığı kadarıyla aktardım. Hekim okurlar, meraklılar yanlışımı çıkarırlarsa haliyle boynum kıldan incedir.