İki dil bir şair: Şiir çevirisi mümkün müdür?

Şair Mehmet Said Aydın'ın 2011 yılında kaleme aldığı Kusurlu Bahçe adlı şiir kitabı Sylvain Cavaillès tarafından Fransızcaya çevrildi. İkili ile şiir ve çeviri üzerine konuştuk.

Abone ol

Şair Mehmet Said Aydın ve çevirmen Sylvain Cavaillès ile şiir üzerine konuştuk. Aydın’ın “Arkadaş Zekai Özger İlk Kitap Özel Ödülü”ne layık görülen ilk kitabı Kusurlu Bahçe için biraraya gelen ikili, şiirde çevirinin önemini, çok dilliliği ve çağdaş edebiyatımızın yurtdışındaki yansımalarını anlattılar.

Mehmet Said Aydın, Kusurlu Bahçe, 160.Kilometre Yayınları.

Kusurlu Bahçe’nin ilk yazım sürecinden bahseder misiniz ve sonrasında Sylvain Cavaillès ile olan ilişkinizden?

Mehmet Said Aydın: Kusurlu Bahçe 2011’de yayımlandı ama benim ilk şiirim 2007’de yayımlanmıştı. Şimdi bakınca, aslında bu sene sanattaki 10’uncu yılımı kutluyorum! Şaka bir yana, kitabın açılış şiiri “davet”, Esmer dergisinde yayımlanmıştı. Ondan sonraki üç yıl epey yazdım. Önemli ölçüde eksilterek kurduğum bir dosya oldu aslında. Sonra 2011’de, 160. Kilometre’nin ilk beş kitabından biri olarak çıktı.

'YAYIMLANMASINDAN ÜMİTLİ DEĞİLDİM AMA DÖRT BASKI YAPTI'

Çıktığında teveccüh gördü ama asla başka bir dile çevrileceği aklıma gelmezdi o zamanlar. Dosyayı askere gitmeden önce aslında zor ikna olarak yollamıştım yayınevine. Sanıyorum ki yayımlanmasından bile çok ümitli değildim ya da bir şeyin değişeceğini düşünmüyordum. Ama şimdi bakınca, dosyanın kitap oluşu ve o kitabın ödül alışı, dört baskı yapması, ardından Fransızcaya çevrilmesi benim için açıkçası çok enteresan ve güzel şeyler.

Sylvain Cavaillès, siz nasıl tanıştınız kitapla?

Sylvain Cavaillês: İlk nasıl tanıştığımı gerçekten hatırlamıyorum ama sanırım iki buçuk sene önce çevirmeye başlamıştım şiirleri. Sonra, iki sene önce, Fransa’da bir internet dergisine gönderdim ve galiba yedi tane şiir yayımlanmıştı o süreçte. Çeviriye sonrasında, belki bir sene kadar daha devam ettim. Geçen sene ise Fransa’daki bir yayınevine kitabı önermiştim. O zaman olacak gibi görünürken olmadı. Fakat çeviri hazırdı ve kitap fikri kafamızda vardı. Ben de “Tamam kitabı yapalım!” dedim.

M. S. A: Yayınevi battı zaten...

S. C.: Evet... Sonra da kısmet oldu küçük bir yayınevi kurmak ve kitabı yayımlayabilmek. Ve bu şekilde Le Jardin Manqué çıktı.

'SAİD'İN ŞİİRLERİNİ KENDİME YAKIN HİSSETTİM'

Kitapta en çok dikkatimi çeken şey, kitabın bir Kürtçe hafızası olması. Ben kitabı Türkçe okudum. Kürtçe düşünülüp, Türkçe yazılmış ve daha sonra Fransızcaya çevrilmiş; aslında enternasyonalist bir kitap. Bu noktada nasıl ilerlediniz ve nerelerde zorlandınız? Sizi kitapta yakalayan duygu neydi?

S. C.: Dilde aksayan bir şeyin olması bana hemen hitap etti. Çünkü bir yazar olarak ben de böyle bir noktadayım. Uzun seneler önce, Fransızca yazarken böyle bir şey yapmaya çalışmıştım; bir bakıma Fransızcayı kırmak ve kırdıktan sonra farklı bir dil yaratmak... Kendime ait, bana özel, aksayan ve şiirsel bir dil. Düzyazı yazıyordum fakat bu işi yaptıktan sonra, düzyazılarım şiirsel bir nitelik kazanmıştı. Bunu Said’in şiirlerinde gördüğümde kendimi yakın hissettim ve onun şiirlerini çevirmek istedim.

Bu dili yaratma sürecini bir de şairinden dinleyebilir miyiz?

M. S. A.: Ben aksayan bir şey olup olmadığını bilmiyorum. Gayretim tam olarak bu muydu, ondan da emin değilim. Ama evet, ben dilin kendisini bir malzeme olarak önemsiyorum. Tahmin ediyorum ki bu zihinle hangi dilde üretseydim, o dili önemserdim. Türkçe de bozmaya, kırmaya müsait bir dil; hem önden hem sondan ek alabiliyor.

Etimolojik olarak sürprize çok açık bir dil. Evet benim anadilim Kürtçe ama Kürtçe düşünüp Türkçe mi yazdım ondan emin değilim. Hangi dilde düşündüğümü pek çıkaramıyorum... Doğrusu bunu çıkarmamın, dahası bunun içinden çıkmanın çok aşırı gerekli olduğunu da düşünmüyorum. Ben melez, dönüşmüş, münasebet kurmuş bir dil yaratmak peşinde değildim. Bendeki edebiyat o kadardı; öyle bir dil oluşturdum.

'KÜRT OLUP TÜRKÇE YAZAN ŞAİRLERDEN ETKİLENDİM'

Belki Ece Ayhan’ın “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük” dediği gibi, daha artistik ve daha derin bir yere bile uzatılabilir. Dili iyi, kusursuz bilerek, karşındaki, sana dili dayatana cevap vermek bile olabilir benim hafızamın bir yerinde... Ama açıkçası benim kuşağımda Kürt olup Türkçe yazan şairlerden etkilendiğim de bir gerçek.

Ahmed Arif’le başlayan ve Metin Kaygalak, Kemal Varol, Selim Temo, Mehmet Butakın, Azad Ziya Eren, Ercan Y. Yılmaz, Nurullah Kuzu, Baran Çaçan ile devam eden “Türkçeyi kırmak, bozmak, enteresanlaştırmak ya da kendi anladığı gibi söylemek” süreci... Ardından Seyyidhan Kömürcü, hatta şiir yayımlamamış olsa bile Murat Özyaşar, Yavuz Ekinci kuşağının dille olan münasebeti her zaman zorlu bir münasebetti. Hepimiz az çok benzer didişmelerle yazdık diye düşünüyorum. Ama çok hesaplayarak yaptım dersem de yalan olur.

Kitabın açılışında, ithafta, yaşanmış bir olay var. Kızıltepe’de öldürülen ve katili bulunmayan Erdal hocaya ithaf ediliyor. Türkiye’nin böyle bir “fail-i meçhul” hafızası var. Bunu çevirdiğimizde, Fransa’daki etkisi ne oluyor?

M. S. A.: Sylvain Kızıltepe'ye geldi bu arada, öncelikle bunu söylemek lazım!

S.A.: Bunu söylemek çok zor aslında çünkü Fransızcaya çevirirken bazı şeyleri aktarabiliyorum, bazıları ise çok zor. Erdal Can’ın nasıl öldüğünü aslında açıkça söylemiyorsun, bunu aktarırken çeviri yetersiz kalıyor. Fakat bazı şeyler de aktarılabiliyor. Bence bu kitabın genelinde ortaya çıkıyor.

'KUTSAL KİTAPLAR BİLE ÇEVRİLİYOR, ŞİİR DE ÇEVRİLEBİLİR'

Bana kalırsa şiir çok milliyetçi. Şiirin başka bir dile çevrilebilme ihtimali ile ilgili hem çevirmen hem şair hem de editör olarak ne düşünüyorsunuz? Sizin bir korkunuz oldu mu duygu aktarımı ile ilgili?

M. S. A.: Hayır, hiç olmadı. Hatta mümkünse o dille de çarpışsın istedim. Sylvain’ın iyi çevirmek için gayret ettiğinden eminim ama bir kısmı tabii ki de, öteki dile geçerken çözülebilir, bir kısmı geride kalabilir. Ama yeni bir boyut da kazanmış olabilir; benim hiç ima etmediğim bir şeyi de anlayabilir Fransızca okuyucusu. Kendi dilinde okunmayıp, başka dilde daha çok okunan şairler de var. Kendi dilinde çok okunup, öteki dilde kötü tercüman aracılığıyla berbat edilen şairler de...

Kutsal kitaplar bile çevriliyor, şiir de tabii ki çevrilebilir! Sadece meale muhtaçtır... Bu çok lüks bir istek tabii ama, şiiri keşke hep o dili bilen şair çevirse ve bunu kendi şiiri ile çarpıştırarak yapsa. Bu bana nasip oldu. Bence, kendisi kabul etmese de, şiir yazan bir çevirmen Sylvain Cavaillès çevirdi. Ben de iki dil arası şiir çevirdim. Kendi mesaimde de, o çevirileri yaparken kayıplar olmuştur ama çevrilmemesinden her zaman iyidir çevrilmesi. Daha çok çevrilsin ki mukayese imkânı olsun.

S. C.: Bana kalırsa duygu aktarımı oluyor fakat bazı küçük detaylar geçmeyebilir. Bana en çok sorulan soru da bu sanırım. Neden düzyazı çevirmekten daha zor olsun ki? Düzyazının içinde de bir şiirsellik, bir ses var. Kelimeleri çevirmiyoruz, cümleleri bile çevirmiyoruz sadece; bir ses, bir söyleyişi çeviriyoruz, bir bütünü. Evet, şiir çevirecekseniz, şiirle bir tecrübeniz olması gerek bence.

M. S. A.: Ses aktarma konusunda evet, şairler dildeki ekonomiyi daha iyi bildikleri için elbette daha kolay olur çeviri yapmaları. Ben de Sylvain’a katılıyorum, neden şiir daha zor olsun ki?

'ORHAN PAMUK'U YAYIMLADIK, BAŞKA TÜRK YAZARA GEREK VAR MI?'

Mehmet Said Aydın, Sokağın Zoru, 160.Kilometre.

Peki Fransa’dan bakınca Türkçe Edebiyat nasıl görünüyor?

S.C.: Az görünüyor! Tabii bu soruyu okurlara sormak lazım, ben uzman olduğum için farklı bakıyorum. Çok satan yazarların, Elif Şafak, Orhan Pamuk gibi, kitapları çevriliyor. Onlar görünüyor. Daha seçkin yazarlar için durum daha zor. Büyük yayınevlerinde sanki “Orhan Pamuk'un kitabını yayımladık, başka Türk yazara gerek var mı ki?” gibi bir düşünce var. Yeni, genç yazarları tanıtmak biraz zor.

Sylvain, tezini Kürt edebiyatı üzerine yazdın. Said ise Türk edebiyatını tez konusu olarak seçti. Sizi bu temalara yönelten neydi? Bunun zorlukları ve kazançları neler oldu?

S. C.: Kazanç olarak bir şey düşünemiyorum ama ilgilendiğim için bu alanı seçtim. Bu alanda keşfedilmemiş birçok şey olduğunu düşündüm ve bana hitap ettiği için bu konuyu tercih ettim.

M. S. A.: Yani bir terzi dükkânı sahibi olup, daha çok kumaş tanımaya çalışma gayreti gibi bir şey herhalde. Bir şeyi okuyorsun ve “Tamam, ben bunu öğrendim ama daha iyi de tanıyabilirim, özüne de inebilirim,” gibi. Örneğin “kumaş üretilen tezgâha gidebilirim, renklere bakayım...” gibi özüne gidiyorsun işin. O anlamda inşaatçılıktan ya da kasaplıktan çok farklı gelmiyor bana.

'ŞÖHRET AFETTİR'

Belki daha konforlu, daha muteber görünüyor ama son tahlilde çok farklı değil. Ölümsüzlük, uzun durmak, kendinden konuşturmak gibi art anlamları var sanıyorum ki ne kadar reddedersek edelim. Ama şöhret afettir; o anlamda çok şöhretli bir kasaptan da korkmak lazım, onun şöhretle olan şehvetli ilişkisinden de korkmak lazım, yazarınkinden de.

Buna dair uzmanlığa çok bir övgüm yok, takdir edebilirim ancak. Ben Turgut Uyar’ı çok seviyorum, iyi ki öğrenmişim bu dili, iyi ki onun dilinde şiirlerini okuyabilmişim. Onun üzerine çalışmak da benim için sağ kolumdan sol kolumu övmek gibi bir şey. O yüzden memnunum. “Üçyüzbin” şiirini çok iyi hatırlıyorum, üzerine on iki sayfalık bir yazı yazmıştım. İyi bir şey bu benim için.

'KENDİ DİLİMDEN DEĞİL, EFENDİNİN DİLİNDEN ANLATMAYA MECBUR BIRAKILDIM'

Sylvain’ın Türkçeyle kurduğu temas ile benim Türkçeyle kurduğum temas arasında çok büyük bir fark var tabii. O “münevver”, aydınlanmış, hatta buraya aydınlık getirmiş bir milletin efradı. Yani Tanzimat fikri, onun mensup olduğu milletin duygusu üzerine inşa edilmişti. Kendi devrimini mis gibi yapmış, 68’i falan yaşamış bir ülkenin evladı o, çok genelleyerek söylüyorum elbette.

Bense tam tersi… Efendinin diline mecbur bırakılmış, kendi dilinde herhangi bir şey yaptığı için bir dolu kovuşturulmuş, soruşturulmuş bir milletin içinden geliyorum. O anlamda bizim muhtemelen heveslerimiz ve mesafelerimiz farklı. Ama ben Sylvain gibi birinin benim edebiyatımla uğraşmasından açıkçası mutluluk ve saadet duyuyorum. Gerisi de gerçekten ahbaplıktır. Eminim iyi bir tez yazacak.

Kusurlu Bahçe var ama bir de Sokağın Zoru var, ikinci kitap. Aslında aralarında çok uzun bir zaman da yok. Buradan yola çıkarak ikinci çeviri de yakın diyebilir miyiz?

S. C.: Diyebiliriz sanırım!

M. S. A.: Öyle mi? Ben de şu an öğrendim! Sokağın Zoru biraz fukara bir kitap olarak kaldı. Yani Kusurlu Bahçe’ye gösterilen (bence) büyük teveccühün yanında. Sokağın Zoru daha arkada, küçük kardeş gibi kaldı hakikaten biraz!

Önümüzdeki projeleriniz neler? Birlikte başka çalışmalarınız olacak mı?

S. C.: Hiç bilmiyorum gerçekten. Murat Özyaşar’ın, Kemal Varol’un, Murathan Mungan’ın tamamladığım birkaç çevirisi var.

M. S. A.: Ben çok uzun zamandır “Türkü Okuma Kitabı” yazıyorum, bu yaz artık onu bitireceğim. Kısa ama dönüştürülmüş bir versiyonunu da başka bir yazım grubuyla yazıyorum, Almanca ve Türkçe yayımlanacak. Okumaları olacak Berlin’de akabinde. Onun dışında gazete yazılarını toplayacağım ama ne zamana bilmiyorum. Kusurlu Bahçe’nin başka dillere çevrilme ihtimali de var.

Peki, şiire dair?

M. S. A.: “Lokman Kasidesi” diye bir uzun şiir yazıyordum. Onu şimdilik erteledim. İki şiir kitabı birden yayımlamak gibi bir niyetim vardı.

Cemal Süreya, hakkında “Artık şiir yazmıyor!” denildiği bir dönemde, birer gün arayla iki şiir kitabı yayımlıyor. Ben de iki kitabı bir “Cemal Süreya jesti” ile beraber yayımlamak istiyordum, hatta belki birer gün arayla yayımlayayım ve Türkçe şiire elveda diyeyim, gibi bir jestti aklımdan geçen ama bilmiyorum şimdilik sürüncemede benim için...

Her şeyi “referandumdan sonra”ya erteliyorduk ya, ben de her şeyi bu yazdan sonraya erteliyorum!