Yetmişlerin Yenimahallesi orta ve orta-alt sınıftan memurlar ve esnaflar için kurulmuş bir banliyöydü. Benim de çocukluğumun bir kısmı burada geçti. Sokaktan eve girmediğimiz ve meyveyi dalından toplayıp yiyebildiğimiz bir dönemdi. Okullar tatilse gözümüzü açar açmaz kendimizi sokağa atar, aile bireylerimizden daha aşina olduğumuz oyun arkadaşlarımızın yanına koşardık. Bin bir çeşit oyun kurar, arada küser, sonra sırnaşık söz oyunları ve beden diliyle coşkuyla barışırdık. Öğlen yemeği saatinde sokaktan mahrum kalmamak için üzerine salça veya toz şekerli tereyağlı sürülmüş ekmek atıştırır, susadığımızda bir komşunun kapısını çalabilirdik. “Hadi içeri gel artık, baban geldi” diye bağıran anneleri “5 dakika daha” diye oyalayarak güneşi batırmadan eve girmezdik.
9 yaşımın yazı da bu tempoda geçiyordu. Bir sabah, neden bilmem, aşağı biraz geç indiğimde oyun arkadaşlarımın arasında bir gerilim olduğunu fark ettim. Her zamanki grup bir köşeye toplanmış fısıldaşıyor, içlerinden biri, en kafa dengim olansa tek başına, son derece kederli, ürkek bir tavırla koskocaman bahçenin ortasında daha da küçülmüş vaziyette onlara bakıyordu. Gruptakiler beni fark edip yanlarına çağırdılar. Tek başına bırakılan arkadaşımızı nasıl cezalandıracağımızı, başka bir bahçeye gidip orada oynayacağımızı, bunu hak ettiğini söylüyorlardı. Tavırları o kadar ikna ediciydi ve asıl önemlisi ben topluluktan onay görmeye öyle hevesliydim ki, en yakın arkadaşıma ben de sırtımı dönüp onlarla birlikte yürümeye başladım. Henüz birkaç adım atmışken arkama dönüp baktığımda onun sitemli bakışı ve ağlamaklı yüzünü gördüm. Buna rağmen topluluğun nispet yapar gibi yükselen kahkahalarının eşlik ettiği gücün çağrısına kayıtsız kalamadım. Arkamda bıraktığım arkadaşımla bir daha eskisi kadar yakın olamadık. Arkadaşım bir başına bırakılmak gibi acımasız bir cezayı hak edecek ne yapmıştı? Hiç hatırlamıyorum. Kim haklıydı hiç sorgulamadım. Belki topluluk, belki yalnız kalan arkadaşım haklıydı. Belki de ortada bu kadar büyütülecek bir mesele yoktu. O yaşta bir çocuğun bu kadar sorgulayıcı, özenli, hassas olması beklenemez. O “an”dan bana kalan hayat dersi, çocukluk travmalarının karakterimiz üzerindeki etkisine dair söylenenleri doğruluyor. Üzerinden onyıllar geçse de, soruna bizzat şahit olmamışsanız, karşı tarafı dinlemeden bir tarafın, özellikle de çoğunluğun kararına, eylemine katılmanın ne kadar tahrip edici olduğunu hiç unutmadım. Bu kararı veren için de, kararın mağduru olan için de…
Lafı uzattım. Ama meramımı bu girizgahı yapmadan anlatamazdım sanırım. KHK’larla çeşitli üniversitelerden ihraç edildiğimizden bu yana, çaresizliğe ve kedere kapılmamıza meydan vermeyecek çeşitli destekler gördük çevremizden çoğumuz. Sosyal dışlanma ve nefret söylemine, hatta şiddete maruz kalan ve bunun travmasını türlü biçimlerde yaşayan birçok arkadaşımız da var maalesef. Fakat işte bazılarımız şanslıydık ki, dayanışmacı insanlarla çevriliydi etrafımız. Bunlardan biri de Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz’du. O en şaşkın ve öfkeli dönemimizde benim gibi birçok ihraç edilmiş akademisyeni teker teker arayarak gazetenin yazar kadrosuna katılmaya davet etti. İlk bakışta hem heyecan verici, hem de tedirgin edici bir öneriydi. Bir akademisyen akademik bilginin dayattığı tekdüzeliğe ve sistematik zihinsel etkinliklere ister istemez kendini kaptırıyordu ve akademi dışı etkinlikleri azsa, genel okura hitap eden metinler kurması güç olabiliyordu. Ben dışa açılmaya biraz daha teşneydim ve çok da tipik bir akademisyen değildim. O sebeple çok tereddüt etmeden kabul ettim öneriyi. Yine de önceleri biraz tutuk oluyor insan. Ama yaza yaza tecrübe ediniliyor. Kalem daha işlek, zihin daha akışkan oluyor. Yazıya uygun başlık atmayı, fotoğraf seçmeyi/çekmeyi, bir çatı kurmayı öğreniyorsunuz. İşte Gazete Duvar'daki birkaç yıllık deneyimim, zaten aşina olduğum ve sevdiğim “serbest yazma” pratiğimi geliştirdi, yazıda esneklik kazandırdı bana. Hem gazete çalışanlarından, hem de okurlardan tanımaya değer insanlarla buluşturdu. Bununla da kalmadı, ülkenin zorlu gündemi ve hepimize dayatılan cinsiyet rolleri, bunun yanı sıra kendi politik duruşum ve kişisel travmalarım sebebiyle sıkıştığım, içine gömüldüğüm o çeperi zorlamak konusunda cesaretlendirdi, kendime hayatta daha geniş bir yer açmamı sağladı. Elimden geldiği kadar dilsizleştirilenlerin sesi olmaya çalıştım. Zaman zaman tabuların üstüne gidebildim. Mahrem sayılanı paylaşıp dertleşmeye, dayanışmaya çalıştım okurla. Özel olanı politikleştirmeye gayret ettim. Bu tür yazılara yüreklendirici mesajlar da geldi, hakaretamiz dönüşler de oldu. Vatan hainliğinden “Fetöcülüğe”, oradan da ahlaksızlığa uzanan hakaret çeşitliliğiyle karşılaştım. Yazıların altına bir iletişim adresi koyuyorsak zaten bunları göze almak gerekiyordu. Böylelikle benden farklı olanların argümanlarını nelere dayandırdıklarını, kendilerini nasıl ifade ettiklerini anlamış oldum.
Nihayet sadede geliyorum. Twitter hesabımın olmayışı çoğunlukla avantaj, bazen de gündemin, devinimin dışına düşmeme sebep olan bir eksiklik. Gazete Duvar Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz’un gazeteden ayrıldığına ilişkin paylaşımını bu yüzden geç öğrendim. Çoğu benimle eşzamanlı yazmaya başlayan, okuru ve bazılarının da arkadaşı olduğum yazarların ayrıldıklarını da öyle. “Biz bir aileyiz” beyanının çok bağlayıcı, zorlayıcı ve tektipleştirici olduğunu düşünürüm hep. Kendi ailemle bile ortak hareket etmem. Bir ailenin bireyi olmaktan çok yol arkadaşlığına, dostluğa inanırım. Topuz ile de bu yıllar boyunca yol arkadaşı olduğumuzu düşünüyorum. Fakat kendisinin ayrılma kararını, yol arkadaşlığımıza binaen ayrılmadan önce veya hemen ayrıldıktan sonra ondan duymak isterdim. Ayrılma gerekçesi olan editoryal müdahale meselesi çok rahatsız edici tabii. Ben bunca yıl ve yazı boyunca herhangi bir müdahale ile karşılaşmadım. Gazeteye emek veren arkadaşlardan konuşabildiklerim arasında bu tür bir müdahaleden şikayetçi olan yoktu. Meseleyi Ali Duran Topuz’dan dinleyebilseydim, belki fikrim değişecekti. Fakat Ümit Kıvanç’ın dünkü yazısında söylediği gibi, tavrı önemsenmeyen bir yazar olduğum için buna gerek duymamış da olabilir. Bunun yanı sıra, birkaç gün önce gazete sahibi Vedat Zencir tarafından bize gönderilen mesaj, eleştirilecek yanları olsa da, olan-bitenden duyduğu üzüntü ve giden yazarlara kapının açık olduğu üzerine kuruluydu.
Başta uzun uzun anlattığım gibi, şahit olmadığım bir sorun ortaya çıktığında makul bir süre arada durmak, iki tarafı da dinlemek ve ona göre tavır almak benim tercih ettiğim yoldur. Bir ekip olarak hareket etmenin olumlu ve anlaşılır yanları olsa da, ben olumsuz yönlerine bakarak bundan kaçınırım. Şu hayatta sık sık taraf seçmek zorunda kalıyoruz. Fakat “her şeye rağmen” o tarafta kalmak zorunda değiliz. Diğer tarafı da dinlemek gerek. Öte yandan, sözler ve eylemler bizzat bizi mağdur etmese bile, birilerini ediyorsa onlara karşı durmak gerek. Gazete Duvar'dan ayrılan ekibi rahatsız eden yaklaşıma karşı uyanık olmak kaydıyla, Gazete Duvar'daki yazılarımı şimdilik sürdürüp gelişmeleri gözleyerek gitmeye veya kalmaya karar vereceğim.