'Tesadüfi Buluşlar', Ferrante’nin The Guardian için yazdığı köşe yazılarından oluşuyor. Lispector’un kitabı ise su gibi akıp gidiyor ve kendiliğinden berrak, tarihi çok uzun bir şimdiyi anlatıyor.
Clarice Lispector’un 'Yaşam Suyu' (Água Viva, New Directions, 2012) ve Elena Ferrante’nin 'Tesadüfi Buluşlar' (Incidental Inventions, Europa Editions, 2019) kitaplarını birer hafta arayla, adımı hala doğru telaffuz edemeyip bunun telafisi adına bana gözlerinin içiyle masmavi gülen postacı getirdi. Adı Juan Manuel. Kitapları ben sipariş etmediğim halde bunun bir tesadüf olduğuna inanmak için hiçbir sebebim yok. Çünkü her iki kitabın da bir süredir üzerinde yoğun olarak düşündüğüm yahut hissettiğim bazı konulara ve kendi kendime sorduğum sorulara lafı hiç uzatmadan verdiği yanıtları bir tesadüf olarak açıklamak korkunç bir tembellik olur. Tembellik de her şeyden önce çok sıkıcı ve sonsuzca uzayabilecek esneklikte olduğu için tercih ettiğim bir insani hal değil.
İngilizcede keşfetmek, icat etmek, yaratmak anlamına gelen ‘to invent’ fiilinin artık modası geçmiş ama bilinen ilk anlamı ‘zaten var olan bir şeyle karşılaşmak, yüz yüze gelmek’tir. Sözcüğün anlamını biraz daha açarsak, onun bize, keşif yoluyla yarattıklarımızın temelinde şimdilerde birçoğumuzun çok kıymet verdiği özgünlük yahut öncesiz bir boşluğun gökten zembille inip yarattığı bir yenilik arayışının nafile bir uğraş olduğunu söylediğini görürüz. Bu karşılaşmanın ya da yüzleşmenin ne kadar tesadüfi olduğundan ise pek emin değilim.
'Tesadüfi Buluşlar', Ferrante’nin bir sene boyunca The Guardian gazetesi için yazdığı haftalık köşe yazılarından oluşuyor. Ferrante, yazıyı önceleyen her aklıselim yazar gibi harflerin, sözcüklerin, noktalama işaretlerinin ve sözcük aralarındaki o çok gerekli boşlukların geniş bir zaman ve mekândan süzülerek sayfaya damladığının çok farkında. Beni Ferrante’nin yazdıkları kadar ilgilendiren başka bir konu da uzun yıllar kimliğini açıklamamak için harcadığı çabası ve haklı ısrarıdır. 2016 yılında İtalyan bir gazeteci tarafından yapılan ‘kimlik tespitine’ kadar, Ferrante’nin sadece ve sadece yazdıklarını okuduk. Söyleşiler, etkinlikler, sosyal medya çılgınlığı, okur mektupları, kitap fuarları gibi herkesin ya mecburen ya da çok severek yapıp ettiği işlerden böylece kendini muaf tuttu. Bu en çok sözcüklerin işine geldi bence. Sonra da sözcük-severlerin.
Ben bu kimlik tespitinden sonra da ısrarla Ferrante’nin sadece yazdıklarını okumaya devam ettim. Hem inadımdan hem de Ferrante’nin haklı ısrarına gönülden inandığım için. Dünya genelinde su savaşları ve kıtlık beklenirken herkesin “ben kimim, yedi ceddim nereden gelmiş acaba” derdine düşmesi, o on beş saniyelik meşhurların beş saniyede işten atılması, aşı selfie’leriyle dünyayı yeniden kurtaracaklarına inanmış diplomalı radikallerin giderek muhafazakârlaşması ve şu an içinden birçok kayıp vererek geçtiğimiz sürecin tesadüfi olmaktan çok giderek azalan hayal gücümüzün sonucu olduğuna inandığım için de. İşte tam da bunlar olurken birinin çıkıp artık pek kimsenin tenezzül etmediği bir şeyi, hayal gücüne az biraz yer açılsın diye yapması az şey midir? Ferrante’nin kimin resmettiğini bilmediği bir tablonun önünde harcadığı uzun saatleri ben şimdi onun cümleleri önünde harcıyorum. Yolda karşılaşsak birbirimizi tanımayız; bu durumun en çok onun işine gelecek olması beni tuhaf bir şekilde çok mutlu ediyor.
Lispector’un zamansız bir zamana doğru evrilmiş sözcükleri de yazıyı önceleyen bir yerden geldiği için su gibi akıp gidiyor ve kendiliğinden berrak, tarihi çok uzun bir şimdiyi anlatıyor. Yazarın daha kitabın ikinci cümlesinde attığı sevinç çığlığı karanlık bir uluma olarak başlıyor aslında. Sonra her iki sese de uzun bir ‘hallelujah’ ile şükrediyor Lispector. İlk paragrafın sonunda ‘senin ne işin var burada?’ dedirten boğa güreşçisinin de tesadüfen orada olmadığını anlamak çok uzun sürmüyor.
İspanyolcada en sevdiğim sözcüktür ‘querencia.’ Kökü ‘querer’dir, yani sevmek, hoşlanmak, istemek. Bu sözcük beş farklı anlama gelse de her biri insanla hayvanın en temel ihtiyaçlarından birine denk düşüyor, ayrıca içimizdeki hayvanla bizi buluşturuyor ve nihayet en sevdiğim anlamında gelip duruyor: Gözleri uzun süre bağlı kalmış boğanın göz bağı çözülüp arenaya salındıktan ve can havliyle arenanın etrafını defalarca dönmesinden sonra, içgüdüsel olarak gidip durduğu ve kendini en güvende hissettiği yerin adı. Ölümcül bir oyunun, yani yaşamın ve aslında ev dediğimiz ne varsa hepsinin kalbine korkuları bir kenara bırakarak sığınmaktır bu biraz da — ‘querencia’nın bir diğer anlamı da ‘yuvalanma içgüdüsü’dür. Ölümle sınandığımız şu günlerde bu korkusuzluk can suyum oldu.
Lispector tam da o yerden, içgüdüsel olarak bulup yerleştiği ve okuru da hemen içine alan ‘querencia’dan başlıyor yazmaya ama neredeyse hiç soluklanmadan. Cümlelerinin, paragraflarının kısalığı ve aciliyeti bundan olsa gerek. Ayrıca araya kimseyi koymayıp doğrudan ‘sana’ hitap ediyor. Boşluklarını dolduruyor senin. Yeni boşluklar açıyor. Seslerin en çok sessizlikte yaratıldığını ve duyulduğunu hatırlatarak. Giderek artan gürültümüzün ruh boğan cinsten olduğunu da. Dürüstlüğü o kadar önemsiyor ki cümlesini artık hissedemediği yerde yarım bırakabiliyor mesela. Korkuyorum diyor, sonra korkusunun kalbine bodoslama dalıp sana oradan ve en gereklisinden bir incelik, korkunç bir güzellik devşiriyor.
Ne zaman beni tanımlayamaya çalışsanız sözcüklerinizin arasından kayıp giderim, beni o yüzden kendi halime bırakın dediği için onu tanımlama hadsizliğine düşmeyeceğim elbette ama Lispector’ın bize öğretilen erkek egemen dilin dışında, karanlığı da aydınlık kadar önemseyerek ve yine de içimizi karartmadan yazmasını özellikle şu aralar çok önemsiyorum. Erkek egemen dilden çok, o dili kuran hayal gücünün kıtlığından fazlasıyla yorulup sıkıldığım için. Bir virüsle bile tanklar, uçaksavarlar, savaş borazanları, yeni yeni icat edilen pasaportlar olmadan baş edemeyen zehir zemberek, hayal kurmayı çoktan ve neredeyse gönüllü olarak bırakmış güçten bahsediyorum. Bunun bir güçsüzlük olduğundan da neredeyse eminim. Yine de bir çöküşü, yok oluşu izlemek az şey değil.
Son olarak bana bu iki kitabı yollayan yüzünün yarısı göz, gönlü geniş, hissi kuvvetli arkadaşım Mustafa Ziyalan için kısa bir not: Seninle tanışmamız kesinlikle bir tesadüf değildi.
Not: Bu iki kitaptan uzun uzun cümleler alıntılamak isterdim ama çevirinin çevirisi hiç hazzetmediğim bir durum. Bu aralar arayıp bulamadığınız bir şeyler varsa bu iki kitaba başvurun derim. 'Yaşam Suyu', Monokl Yayınları tarafından, Başak Bingöl çevirisiyle 2017’de, 'Tesadüfi Buluşmalar' ise Everest Yayınları’ndan, Eren Yücesan Cendey çevirisiyle 2019’da basılmış.