İki kız, iki gitar
'The Bed I Made', her şeyin ilacının zaman değil sevgi olduğunu kanıtlıyor. Aynı zamanda da, geçmişe özlem duymanın çok da kötü bir şey olmadığını…
Sabah ritüellerimi çok önemsiyorum. Gün doğarken uyanmayı, denizi izlemeyi, kedilerle oynamayı, kahve içmeyi, defterime bir şeyler karalamayı, müzik dinlemeyi… Günümün nasıl geçeceği, bu ilk bir saatin nasıl geçeceğine bağlı sanki.
Son bir haftadır ise sabah kahvemi The Softies ile içiyorum. Onların sessiz, hüzünlü, minimal melodilerinin rüyalardan gerçeğe yumuşak bir geçiş yapmamı sağladığını fark ediyorum. Vokalleri beni yatıştırıyor, gitarları beni gündelik yaşamın zorluklarına ve sorumluluklarına hazırlıyor. Onları hep sevmiştim, artık daha da çok seviyorum.
Bu küçük ritüelime bugün bir de küçük çizgi roman eşlik ediyor. Deniz usulca çalkalanır, gökyüzü açık maviye döner, fonda The Softies’in yeni albümü 'The Bed I Made' çalarken, ben de yavaş yavaş Daniel Clowes’un 'Ghost World' (Hayalet Dünya) çizgi romanının içinde kayboluyorum.
Yıllar önce okuyup bayıldığım ve şimdi nedense tekrar okumak istediğim bu muhteşem çizgi roman, iki genç kızın aynı anda hem kayalar kadar güçlü hem de yumurta kabukları kadar kırılgan olabilen dostluğunu anlatıyor. Bu kızlarsa bana hiç de tuhaf olmayan bir biçimde The Softies üyeleri Rose Melberg ile Jen Sbragia’yı hatırlatıyor.
HİÇBİR KATEGORİYE SIĞMAYAN INDIE ROCK ALBÜMÜ
The Softies’i ilk kez 'It’s Love' albümleriyle tanıyıp sevmiştim. 1995 yılına göre epey sıra dışı bir tarza sahip olan, hiçbir kategoriye sığmayan, yumuşacık bir indie rock albümüydü bu. İki kız, iki gitar: Hepsi buydu. Sanki zaten daha fazlasına ihtiyaçları da yoktu. Düşünüyorum da, ben de daha fazlasını istememiştim hiçbir zaman…
Rose ve Jen punk kökenli olsalar da o yılların müzik sahnesinde hiçbir yere ait olamamışlardı. Kendilerini fazlasıyla tuhaf hissediyor, bu dünyada kendilerine bir yer olmadığına inanıyorlardı. Birbirlerini bulduklarında ait olma arayışı da sona ermişti. Artık kendilerine ait bir evleri vardı ve bu, birlikte yaptıkları müziğin ta kendisiydi.
İkili, doksanlı yıllar boyunca pek çok tatlı şarkı yaptı; sonra da olaysız bir biçimde yollarını ayırdı. Ama eskisi kadar sık görüşmeseler de, dostlukları sessiz sedasız devam etti. Rose ve Jen hiçbir zaman gerçek anlamda ayrılmadılar, ne de olsa birbirlerine hani neredeyse mistik bir bağ ile bağlıydılar.
ESKİ DOSTLARIN YENİ ALBÜMÜ
Yirmi dört yıl sonra onları yeniden birlikte müzik yapmaya iten şey ise yas duygusu oldu. Rose ve Jen bir buçuk ay arayla annelerini kaybettiler. Bunun üzerine yeniden buluştular ve duydukları keder hakkında konuştular. Sohbetleri giderek derinleşti; o kadar ki, sonunda eski dostların yeni bir albüm yapmaları kaçınılmaz oldu.
Onlar da öyle yaptılar: Kafa kafaya verip kalplerini saran yas ve özlem duyguları hakkında tıpkı eskisi gibi minimal, hüzünlü ve derin şarkılar yazdılar. Sonunda ortaya 'The Bed I Made' albümü çıktı. Belki de şimdiye kadarki en güzel albümleri… Rose ve Jen, gözyaşlarını alıp güzel bir şeye dönüştürmüşlerdi.
Bana kalırsa 'The Bed I Made', her şeyin ilacının zaman değil sevgi olduğunu kanıtlıyor. Aynı zamanda da, geçmişe özlem duymanın çok da kötü bir şey olmadığını… Bazen ben de zamanı geriye sarmak istiyorum. Müzik dinlemenin ise bunu yapmak için en kısa yol olduğunu düşünüyorum.
Bu sabah The Softies eşliğinde kahve içip çizgi roman okumak, bana çocukluğumu hatırlatıyor. Okuldan geldikten sonra, kendi küçük köşemde, limon rengi akşamüstü güneşi pencereden içeri dökülürken, bir fincan paşa çayı eşliğinde Casper çizgi romanlarımı okuduğum günleri…
Rose ve Jen’in melodileri beni vintage çocuk kitaplarının, çekme kasetlerin, tavana yapıştırılan fosforlu yıldızların dünyasına ışınlıyor. Tabii, merak etmeden de duramıyorum: Acaba çocukluğumun o limon rengi akşamüstlerinde, kendimi Sevimli Hayalet Casper kadar yalnız hissetmek yerine, asla ayrılmayacağım gerçek bir arkadaşa sahip olduğumu hissetseydim, nasıl biri olurdum? Gözyaşlarımı güzel bir şeye dönüştürmeyi başarabilir miydim ben de? Yoksa bunu zaten yapıyor muyum?
Albüm şimdi küçücük, tatlı bir notayla bitiyor. Bu notayı havada yakalamaya çalışsam da, elimde un kurabiyesi gibi dağılıveriyor. Geriye sadece sessizlik kalıyor. Derken güneş yükseliyor, deniz tatilcilerle dolmaya başlıyor.
Güne başlamam gerektiğini fark ediyorum ben de. Rüyalar ve gerçek arasındaki geçiş tamamlandı, artık gerçeğin tarafındayım. Elimdeki çizgi romanı kapatıp kucağıma bırakıyorum sessizce.
Sonra aklımdan en sevdiğim lise arkadaşlarımdan birine telefon etmeyi geçiriyorum. Artık eskisi kadar görüşmesek de, hiçbir zaman gerçekten ayrılmayacağımızdan emin olmak istiyorum. Ancak gün içinde, kendi hayatıma ve sorumluluklarıma daldığımda, bunu unutacağımı biliyorum.