Herkes bir yere yetişecekmiş gibi paso konuşur. Uyuz bir tasavvufî müzik duyulur ama dinleyen yoktur.
2017 sonlarına doğru blogger olayım dedim. Biraz genç işi ama benim ergenlik de uzun sürdü zaten. Hem Kürtçe yazar hem de üç beş kapik nasiplenirim diye düşünüyordum. İlk birkaç bin tıktan sonra “merkez”den reklam için yer ayırmamı isteyen mail geldi. Yer ayırıp gönderdim, horalara da, şoralara da reklam koyun diye belirttim ama hemen sonra gelen bildirim, “kullandığım dil”in merkezce desteklenmediğini söylüyordu.
Gelen bildirimde, “aşağıdaki dillerden birini seçersen reklam veririz deniyordu. Baktım makul ve münasip dillere. Malayca da vardı o dillerin içinde. Bu civarda Malayca bilen tek kişi var, o da Ahmet Davutoğlu diye düşündüm. Hani Malayca yazsam bir tek o okur. Tamam, taşradan türeyip gelmiş, çok çalışıp şiveyi de düzeltmiş ama o tahammülfersa vurgularıyla Malayca okuduğunu hayal edince yaşama sevincimi kaybettim. Blog öyle kaldı. Zaten Malayca da bilmiyordum!
Bir daha yazayım; Blogspot, Google, Youtube gibi platformlar Kürtçeye reklam vermiyorlar. Eleştirelim, ayıplayalım, kınayalım.
Bloglar, son dönemde Kürtçenin çekildiği ya da ilerlediği yeni bir alan. Çok sayıda Kürtçe blog var. Çoğunu çok genç insanlar açtı. Siyasetin hayattan çıkarıldığı süreçte yine siyasetin tarif edip çekilmek zorunda kaldığı alana hızlıca daldılar. Toplumsal normları öteleyen, siyaset ve aidiyetin ötesinde kişisel bir terennümü yankılayan yazarlar. Sadece Kürtçe yazıyorlar ve egemen dil, yarattıkları yeni kültürel hava içinde ancak argo ile belirgin olabiliyor. Bu, müthiş bir dilsel muhalefettir bana kalırsa. Ama son üç yıldaki dehşet ortamında serpilen iki kültüre karşı durabildiklerini söylemek güç. Türk egemenlik sisteminin ürettiği iki kültürden bahsediyorum. Belirtmek gerekir ki ikisi de evrensel değildir ve ikisinin de ihraç edilebildiği tek yer Kürdistan’dır.
İlki Kayseri-Konya havalisinden türeyen muhafazakâr kültürdür ki temelde dışarıyla pragmatist bir ilişki kurup etrafını örmüş bir tutum şeklinde tanımlanabilir. Elde ettiği her şeyi kendini kapattığı dünyadan kendini kapattığı için almıştır. Şehirli ama örtülü bir şehirlilik. Tüketici ama orta segment temel tüketim mallarını tüketir. Düğün paketi içinde hesaplı görünüyor diye devasa yemek masaları alır ama yerde yemek yer filan. Elbette bu davranışları bir zamanlar egemen olan Batıcı modele göre tarif etmiyorum. Dilerse amuda kalkarak yemek yesin, bana ne? Derdim meseleyi görselleştirmek.
Bu kültürün tüketicileri Türkiye metropolleri ve taşrada yükselen şehirlerin çarşıları ile yeni ve geniş caddelerinde ne varsa alıp getiriyorlar. Dükkân isimlerinden mönülere, yüzüklere işlenen ayyıldızlardan yastıklara işlenen tuğralara, nargile kafelerdeki imitasyon altın işlemelerden ekspres marketlere giderken ayağa geçirilen mavi-siyah terliklere, yarı dolmuş yarı otomobil olan araçlardan uzun yolculuklarda giyilen gri eşofmanlara, enlemesine çizgili, cepli ve yakalı cemaat tişörtlerinden ebeveynlerdeki göbek ve kilolara, tüyleri on santime ulaşan halılardan odağı olmayan bakışlara, piknik yerlerinde gizlice içilen votka-kolalardan geride bırakılan çöplere kadar aynı olan bir kültür.
Batman’da, Amed’de, Muş’ta öyle mahalleler var ki, “coğrafya kaderdir” klişesine ters. Kimliksizlik bu mahallelere sinmiş. Şehirlileşen Kürtlerin muhafazakârlaşan ve gönüllü biçimde asimile olan kesimleri artık Kayserili milliyetçi Türklere benziyorlar. Eskiden sadece Kürtçe konuşurlardı, şimdi ise Arap dilbilimcilerin bile anlamını bilmedikleri Arapça isimler taşıyan çocuklarıyla Yozgatça filan konuşuyorlar. Kullandıkları Türkçenin şivesi bile yerli değil. Bu yeni entegrasyonda, eskiden hiç değilse empati yapmaları gereken Türk İslâmcılarla işbirlikçi Kürtler kaynaşıyor. Bu Kürtlerde herhangi bir ulusal talep, temenni veya ima bile yok, hemen hepsi gönüllü mutabık!
Takıldıkları yerlerde beş dakika geçirmek, ancak ulvî bir amaçla mümkündür. Öyle bir amaçla gittim ve yerinde inceledim. Aşırı uğultulu yerler bir kere. Telefonlar ya çalıp duruyor ya da ellerde. Herkes bir yere yetişecekmiş gibi paso konuşuyor. Herkes muktedir oldukları açık olan garip tiplere boyuna hürmet ediyor. Tabancasını giysisinin dışına taşırarak özellikle vurgulayan sivil polisler ortalıkta dolaşıyor. Uyuz bir tasavvufî müzik var ama dinleyen yok. A Haber kanalı açık, ama bakan yok. Herkes birbiriyle konuşurken başka birilerine bakıyor. Sonra birinin telefonunu Türkçe bilmeyen bir anne arıyor, aranan gibi duyan da mutsuz oluyor. Mekânda, aynı yağın defalarca kullanılmasından dolayı kokusu keskinleşen bir şeyler pişiyor. Mekânın camlarında bir sokak çocuğunun parmak izleri üşüyor.
İki kültürün ikincisi de beter. Onu da haftaya yazıp bir neticeye varmaya çalışacağım.