Sabah kanyonun kıyısında oturuyorduk. 'Karga bokunu yemeden'
deyimi çok uygundu çünkü akbaba seyretmeye oraya gidiliyordu.
Akbabalar gelip, hemen öndeki kayalara konuyorlardı. Yirmi kadar
akbaba. Belki onlar da turist seyretmeye geliyorlardı. Öyle
bakıyorlardı çünkü. Tek farkları fotoğraf çekmiyorlardı. Biraz da
devlet başkanları gibiydiler. Leş yedikleri için söylemiyorum,
bakışları öyleydi. Her şeyi bilir gibi ama kuşkulu, ben her şeyi
yapabilirim gibi ama endişeli, çok yükseklerden uçan ama
sürüngenleri seven…
Bu arada bir haksızlık olmasın, sadece simgesel bir şey bu
söylediğim. Yoksa yaptıkları bir sürü iyi şey var. Bize bakmaları
bile çok güzel bir şey. Tabii ki akbabalar için diyorum. Hiçbir
şeyi öldürmeyip, ölmüş olanlar ile besleniyor olmaları bile onları
farklı yapar.
Sonra kanyonun başka bir tarafından aşağı yürümeye başladık.
Aşağı inmek için rehber alıyordu herkes. Bir ya da iki Kecua
yerlisi. İnen grubun sayısına bağlıydı. Onların katırları da vardı
ya da lamalar. Eşyalar onların sırtında oluyordu. Çadır, uyku
tulumları, tencereler, ince ama sıkı alpaga battaniyeleri, birkaç
yolculuk kitabı, çatal kaşık ve havalı İsviçre çakıları şöyle ne
ararsan üstünde bulabildiğin, pirinç ve mısır ekmeği… Bu
yükseklikte yük de yük oluyordu ama. İlk başta sırtında bir şeyler
bırakanlar sonra katırlara, lamalara devrediyordu taşıdıklarını ve
bir de çıkışı vardı bu kanyonun.
Pahalı değildi galiba rehberler dışardan gelenler için. Üç
kuruştu belki ama hiç bilmiyorum çünkü pek üç kuruşumuz da yoktu
rehbere verebileceğimiz ve zaten o kadar eşyamız da yoktu. Bir uyku
tulumumuz vardı Cambridge’de ikinci elciden, 1.5 pounda satın
aldığımız, fermuarı tam kapanmıyordu ama bu yüzden iki kişi de
sığabiliyorduk içine ve İsviçre çakımız da yoktu yoksa çok havalı
bir şeydir İsviçre çakısı, tirbuşonu da var hem, şarap mantarını
içine itmeyi pek sevmiyorum da, mantar parçaları geliyor insanın
ağzına, kırmızıya boyanmış oluyorlar, görünmüyorlar da.
Şöyle gidin, dedi yaşlı bir Kecua kadın. Eliyle aşağıya doğru
inen bir patika gösterdi. Peru’daydık. Dünyanın en derin
kanyonuydu. Guide kitapları öyle yazıyordu. Kitabımız da yoktu ama
otobüste yandaki şişman turist kadının elindeki kitaptan görmüştük.
Bir bakmak için isteyecektik ama o sırada sayfanın üzerine
yediklerini döktü. Mısır yaprağının içine konulmuş mısır püresi
gibi bir şeydi. Biraz yağlı oluyordu. Sayfaya dökülünce yağ
dünyanın en derin kanyonun üstüne yayıldı. Yavaşça alt sayfalara da
geçti galiba çünkü hızla emdi kağıt. Sahibi gibi acıkmış
görünüyordu kitap. "Mal sahibine benzemezse haramdır" diyordu bir
Anadolu deyişi. Peru’da da, "Lama sahibi gibi tükürür" derler… Yok
canım uydurdum, inanmayın ama öyle tükürüyordur muhtemel…
Bir adam duruyordu dünyanın en derin kanyonunun en dibinde. Bir
katırı vardı. Heybesinde bir şeyler satıyordu. Mısır ekmeği,
peynir, galiba lama, avokado ama İsviçre çakımız yok, Cuscue birası
ve İnka kola. Garip olan, hepsi yukarıdaki bakkal fiyatınaydı. Bizi
gördüğüne çok sevindi. Bir şey sattığı için değil ama. Bir defter
çıkardı çantasından. Bildiğiniz çizgili defter, her sayfanın
köşesinde çizilmiş İnka desenleri vardı. Bir kurşun kalem verdi çok
muhtemel desenleri de çizen. "Kendi dilinizde ‘merhaba’ yazar
mısınız" dedi.
‘Merhaba’ yazdık bir İnka deseni altına… Ah şu İnkalar
işgalcilere yenilmeyecekti….