6 Nisan-9 Mayıs tarihleri arasında bir hastane inşaatının etrafında cereyan eden olaylar, Türkiye’nin sürüklendiği rejime dair olağanüstü bir manzara sundu. “Pandemi Türkiye’de neyi değiştirecek?” sorusunun yanıtı, en sarih halde bir şantiyenin tabelasında belirdi. İki meczubun televizyondan ölüm listesi yayınlaması, darbe komploları, tekaüt çetecilerin salınması veya dolar yorumunun yasaklanması da orada anlamını buldu.
33 günde ne mi oldu?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 6 Nisan 2020 günü, Atatürk Havalimanı ile Sancaktepe’ye pandemi tedbirleri kapsamında, 45 gün içinde biner odalı sahra hastaneleri kuracaklarını açıklıyordu. Bir gün sonra; hastanenin havalimanı binasının yerine değil, yanındaki araziye yapılmaya başlandığı görüldü. Ertesi gün; inşaatı Saray’ın müteahhiti Rönesans’ın üstlendiği öğrenildi. İki gün sonra; şirketin hazırlıklara bir ay önce başladığı ortaya çıkıyor ama ihale açılıp açılmadığı muallakta kalıyordu. Ve 9 Mayıs Cumartesi günü Erdoğan, hastanenin sağlık turizmi için kullanılacağını söyledi.
İktidarın virüs salgınında bocaladığı günlerde ‘halk sağlığı’ adına çıkılan yol, şevkle yine bir şantiyeye ve ticari fırsata bağlandı böylece.
Biçimsel prosedürlerin dahi kenara atıldığı bir kamu projesi, asgari düzeyde hukuksal denetimin olduğu herhangi bir ülkede, yüksek mahkeme huzurunda son bulacak bir soruşturmanın konusu olabilirdi. Nitekim Türkiye’de bir zamanlar oldu da…
Özal’ın kabinesindeki Bayındırlık ve İskan Bakanı İsmail Safa Giray, parça parça ihale edilen İstanbul-Ankara otoyolunda usul ve esaslara uymadığı, belli şirketlere pazarlıkla işi verdiği, ihaleleri ilan etmediği ve yasaya göre yüzde 20 olan ek avans oranını bir firma için yüzde 25’e çıkardığı gerekçesiyle, 1993 yılında Yüce Divan’a sevk edildi. Kamuyu 15 milyon dolar zarara uğratmakla suçlanıyordu Giray. Ve dört üyenin karşı oyuyla beraat etti. Döneminin çoğu icraatında olduğu gibi, karar kamuoyu vicdanını rahatlamadı ancak, hukuk ve denetim şeklen işledi. En azından çeyrek asır sonra bütün resmi evrakları, Meclis araştırmasını, denetim raporlarını hâlâ görüyor, okuyoruz.
Giray hakkındaki dosyalardan adaletin nasıl tecelli etmediğini öğreniyoruz mesela. Dört yargı üyesinin neye dayanarak karşı oy kullandığını, halkın parası çalınırken partilerin aldığı tutumu, bürokratların tavrını anlıyoruz. Devlet dediğimiz karmaşık aygıtın işleyişiyle, o anki pozisyonuyla, çıkar çatışmasının yarattığı zaaflarıyla, hukuki hudutlarıyla ilgili fikirler ediniyoruz. “Usul esasa mukaddemdir” ilkesindeki gibi, devletin işleyiş biçimi de rejimin esasına dair yol gösteriyor çünkü.
Peki Giray’ı Yüce Divan’a götüren gerekçelerin çok daha fazlasını barındıran hastane projesinde, şantiyeye dikilen tabelalar haricinde herhangi bir yasal usul gören var mı? Daha doğrusu, bir kişinin kamu arazisini gasp etmesi, istediği şekilde değerlendirmesi ve istediği kişilere vermesi dışında, ortada bir usul bulunuyor mu?
Virüs salgınının Türkiye’de belirgin biçimde değiştirmeye başladığı, iktidarın da fırsat olarak gördüğü şeylerden birisi budur işte. Kendinden önceki iktidarlardan farklı olarak; siyasi ve iktisadi pratiğini, hukukun etrafından dolanmak yerine, daima çıkardığı yasalarla hukuka uydurmaya çabalayan AKP iktidarı, buna da gerek duymuyor artık. Elinde oyuncağa dönmüş ihale yasasını bile işletmeyi, bir ilan yayınlamayı yük görüyor. Bürokrasi, Erdoğan’ın kararlarının en hızlı biçimde ilgili yerlere ulaştırmaya dönük bir kırtasiye hamallığından ibaret kalıyor.
Milyonlarca dolarlık kamu kaynağını taahhüt altına alıp özel bir şirkete aktaracak iş, Erdoğan’ın keyfine göre ilerliyor. Günün ihtiyacına bakıp sahra hastanesi vadediyor, biraz panik yatışınca rotayı turizme kırıyor. Yerini o seçiyor; parayı, inşaatçıyı belirliyor. Usulü de esası da şahsında birleştirip, manasızlaştırıyor. “Erdoğan, usule de esasa da mukaddemdir” anlayışı, rejimin mottosu oluyor.
Oysa bu durum, iki yanı keskin kılıç gibidir. İktidarı her türlü hukuki meşruiyet arama zahmetinden azade tutup, muhalefeti de bizatihi o zincirlerin kürek mahkumluğuna hapsetme imkanı tanırken; aynı zamanda kendisini de korumasız bırakıyor. Zira, “devlette devamlılık” denilen düşüncenin özü; teamül ve usullerden oluşan bir zırhtır esasında. Devlet adına adam öldüreni katillikten, bir imza nedeniyle kamuyu zarara uğratanı hırsızlıktan kurtarabilir.
Kararnamelerle anayasayı ilga etmek, hazineyi damada bağlamak, partiyi bürokrasinin yerine ikame etmek, bütün kurumları kendi imzasına tabi kılmak ve nihayetinde devlet aygıtını, sabahtan akşama değişen icraatların sabanına koşmak, Erdoğan’a fazlasıyla güç veriyor görünebilir. Lakin bunların onu, mahremiyetini sağlayan esvaplardan soyundurduğu da muhakkak. Bir maske dağıtımında yaşanan karmaşada veya kolonya eksikliğinde muhatap olma mecburiyeti doğuyor şimdi. Makas açıldıkça Diyanet fetvalarını, komploları, para birimlerine düşmanlığı vs. araya ‘yalıtım malzemesi’ niyetine tıkıştırıyor. Bir zamanlar özgüvenle koyduğu sandığın ayarının da aleyhine bozulduğunu gören bir iktidar için, buralardan birkaç gün bile sürdürülebilecek bir istikrar çıkması mümkün mü? Ya da daimi istikrarsızlık bir iktidarın sigortası olabilir mi?
Güçlendikçe toplumun basit ihtiyaçları karşısında kırılganlaşmak, devlet aygıtını ‘usul-erkan’ silsilesinden çıkarmanın da bedelidir bir bakıma. Üç beş meczubun hezeyanıyla kolayca örtülebilecek; hastane şantiyesinde desteğine muhtaç olunanlarla araya metrelerce mesafe konularak gizlenebilecek bir çıplaklık değildir bu. Düpedüz “Ben devletim” diyen kralın çıplaklığıdır. Hiç beklenmedik anda birisi çıkar, bağırıverir...