Bir havaalanı otelinde kalıyordum. İki metreye üç metre kadar
galiba, duş ve tuvalet de dahil. Öyle büyük yerlere pek ihtiyacımız
olmadığını iddia ediyorum ama bir ilaç kutusunun içine
sıkıştırılmış draje şeker kaplı kapsül gibi hissetmek pek iyi
değil. Aslında kendime uyguladığım bir lükstü bu havaalanı oteli.
Yoksa genellikle yaptığım gibi, kimse uzanıp yatmasın diye
aralarına demir kolluklar yerleştirilen, havaalanı koltukları
üstünde, sadece bir demir kolluğun altından sıyrılıp, kıvrılarak
yatma becerilerimi çoktan geliştirdim.
Ya da eğer bir mat varsa yanınızda, onların koltuklarına da
ihtiyaç yok. Serin yere, pek ayak altında olmayan bir duvar dibine,
çantanızı ne olur ne olmaz bacağınıza kollarından tutturun, biri
yanlışlıkla almaya kalkarsa bacağınızı da çeksin ve kurun çalar
saati uçak saatine yatın gitsin! Hem havaalanı oteli parasıyla
3-3,5 kadar bira içme şansınız da var. Belki patates kızartması
yiyebilirsiniz, elma dilim, kabukları da var diye insanı daha çok
doyuruyor gibi geliyor bana.
Otel odası, -oda lafı söz gelimi burada- oldukça lüks. İnsan
kendini gelecek bir zamanda, ki çok kalmadı galiba bu zamana, bir
distopyada hissediyor. Bütün distopyaların baş tacı televizyon,
yatağın ayak ucunda, ayak baş parmağınızı yatık tutarsanız bilmem
kaç kanal televizyonu, iki bacağınızın ortasından
seyredebiliyorsunuz. Karşı tarafınızda ayna var, odayı daha geniş
göstermek için konulmuş ve kapıda da bir ayna. Tam bir abartılmış
ego odası burası, nereye baksan kendini görüyorsun, ayak
başparmaklarının arası hariç, orada televizyon var.
Dikkat edince anlıyor insan, iyice ‘ufal da cebime gir' şehri
burası. Minyatür bir metropol. Bir ‘kendini güvende hisset, her yer
kapalı işte’ mekanı, sıkılırsan televizyon aç seyret, daha ne
istersin, bir de köşeye hiçbir yere ulaşamayan zavallı jimnastik
bisikleti pedalı koysan, tam bir rezidans.
Tabii ki internet bağlantısı da var. Yoksa nasıl takip edeceğiz
başka, benzer hücrelerde yaşayan arkadaşlarımızın havalandırma
saatlerinde -okul diliyle teneffüslerde- neler yaşadıklarını, neyi
satın alıp alamadıklarını ve biz nasıl satın alıp, yatağımıza kadar
pizza söyleyebileceğiz mesela, nasıl bir televizyon dizisinin
içinde kendimizi hissedip, heyecanlanıp, kahredip, güleceğiz…
Her şey var burada harika.
Hepimiz, her geçen gün biraz daha, sanki tekerlekli bir
sandalyede yaşıyormuşuz gibi gelmiyor mu size de?
Yoksa bu otel odası yüzünden mi Unabomber’ın tavsiyesine uyup,
elektrik santrallerini havaya uçurmak ve bu manasız, gölgelerden
ibaret medeniyete son verme isteği?
Yoksa bu yüzden mi bazıları deli ya da radikal diyor bana.
Tekerlekli sandalyelere tapmadığım için mi?