Türkiye ve dünya 'Barış Pınarı' operasyonuna kilitlenmişken İstanbul'daki iki sergi, konunun on yıllardır gündemden düşmediğini sanat tarihsel yaklaşımla özetliyor. Her ikisi de kendi hattında özgürlük ve üretim mücadelesi veren Altan Gürman ve Kadri Özayten'in sergileri, ibretlik 'avangart' biyografi ve eserleriyle Arter ve Milli Reasürans'ta.
Gündem de, ülke de sallantı içinde: Türkiye'nin 'Barış Pınarı'nı gerek diplomatik gerekse stratejik eksende her 'son dakika'da bilumum medyada durmaksızın izleyip, konuştuğu günlerden geçiyoruz. Bu koşullarda sanattan konuşmak, biliyorum gerçekten zor ama önümüzde tam da gündemi 'ıskalamayacak' derinlik ve kıymette iki sergi bulunuyor. Şu sıralarda, İstanbul'un iki kıdemli çağdaş sanat mekânında son derece 'güncel' iki sergi izleniyor.
Bunlardan bir tanesi, bu mecrada da çok değerli yorumlarla gündeme taşınan ve 9 Şubat 2020 tarihine değin İstanbul Dolapdere'deki Arter'de Başak Doğa Temür küratörlüğünde izlenebilen, merhum Altan Gürman'ın retrospektif sergisi. Diğeri, İstanbul Nişantaşı Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde yer alan ve Marcus Graf'ın küratörlüğünde izlenen, merhum Kadri Özayten'in, yine retrospektif sergisi.
Bu iki sergi, Türkiye gündeminin 'ateş hattında' ve 'ateş pahasına' yön değiştirdiği şu günlerde, 'avangart' (öncü) kavramını yeniden düşünüp, umudu, barış ve insanlık durumunu yorumlayabilmemiz için, bize çok değerli, derin ve aynı anda medeni, soğukkanlı ve eleştirel önerme ve deliller vadediyor. Gündemi hem belirliyor hem de onun üzerinden ayrılmıyor.
Vehbi Koç Vakfı imzasıyla eylül ayı ortasında, Ömer Koç'un da katıldığı bir törenle kapısını açan Arter'de izlediğimiz 1935 doğumlu Altan Gürman, 1976'da aramızdan ayrılmış ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Yüksek Resim Bölümü'nü tamamlamış, nadide bir sanatçımız.
Kendisi bugüne değin, İtalya'daki 2'nci Uluslararası Gravür Bienali (1968) 10'uncu Sao Paulo Bienali (1969) ve 2'nci Hindistan Trienali (1979) gibi birçok noktada eserlerini dünyaya tanıtmış, ancak aramızdan erken ayrılmış, çok verimli bir imza. Vefatından sonra bilhassa, Varlık Sadıkoğlu ve Rabia Çapa tarafından kurulan Maçka Sanat Galerisi'nin konuğu olmuş sanatçı, eşi Bilge Gürman'ın da paha biçilmez çabalarıyla bugüne değin Türkiye ve yurt dışındaki çeşitli sergilerde kişisel sunumlarda ya da dönemin sanatçılarıyla bir arada izleyiciyle buluşturulmuştu. Bunların en kapsamlılarından bir tanesi, 1991'de dönemin Derimod Kültür Merkezi'nde açılan kişisel sergisi idi.
Bu kez Bilge Gürman ve Rabia Çapa ile, Gürman'ın yeğenleri Murat ve Mahmut Recevik'in katkıları eşliğinde Arter'de izlediğimiz sergi ise, yazar, eleştirmen Süreyyya Evren ve sergi küratörü Başak Doğa Temür'ün hazırladıkları emsalsiz yayın refakatinde, sanırız ki bugünkü nesille Gürman'ı tanıştırmak adına çok önemli bir fırsata dönüşmüş durumda. Arter'e gittiğinizde, ne yapıp edip (Bir e-kitap olmayı ve Türkçeden Arapçaya, İngilizceden Fransızca, Kürtçe ve Arapçaya her dile çevrilmeyi acilen ve çoktan hak eden) bu yayına, sergi molanız veya çıkışında (k)alıcı gözle bakmanızı öneririm. Kitapta, metinleriyle Türkiye'nin çok değerli sanat eleştirmeni akademisyen, sanatçı ve tarihçilerinden Barış Acar, Selen Ansen, Ahu Antmen, Duygu Demir, Bora Gürdaş, Ali Kayaalp, İz Öztat ve Nermin Saybaşılı, sanatçının teori ve pratiğine karşı konulmaz (demokratik) bir çeşitlilikle yaklaşıyor.
Zira sergi yayınından da alıntılayacak olursak, Arter Kurucu Direktörü Melih Fereli'nin de dediği (s. 7) gibi, " Kısa hayatı boyunca aykırı duruşu ve yoğun sanatsal üretimiyle hep güncel olma kalıcılığını yakalayabilmiş bu sanatçımızın kendinden sonraki nesillere yaptığı öncülüğün önemi tartışılmaz."
Peki dijital ve uydu yayınlarda sürekli sınırların, logoların, renklerin ve sembollerin uçuştuğu şu günlerde Altan Gürman (ve Kadri Özayten'in 'Kelebek Etkisi') sergileri niçin bu kadar denk düşüyor? Gelin sergi küratörü sevgili Başak'ın sergi kitabındaki önsözüne (s. 8) biraz odaklanalım:
"...serginin ve bu kitabın hazırlıkları henüz devam ederken, Türkiye gündeminde öne çıkan konulardan bazıları, Gürman'ın yapıtlarının güncelliklerini korumaya devam ettiklerinin kanıtı gibi görülebilir. Öyle ki, S-400/F-35 savunma sistemleri konusunda Türkiye ile ABD arasında çıkan jeopolitik anlaşmazlıklar, patates ve soğan fiyatlarındaki anormal artışlar, 'küresel iklim değişikliği', 'terör', 'savaş', 'çevre', 'su' gibi Türkiye ve dünya gündemindeki çeşitli krizlerle zihni sürekli meşgul edilen izleyici ve okuyucular, Gürman'ın 1965-1976 yılları arasına tarihlenen yapıtlarının günümüze çok daha yakın bir zaman diliminde üretilmiş oldukları hissine kapılabilir."
Keza, az önce değindiğimiz Derimod Sanat Merkezi sergisinin (1991) efemeral yayınında, Canan Beykal'ın da vurguladığı ve Temür'ün Arter kitabında aktardığı gibi (s.8), "Sanatçının eşi Bilge Gürman, (Altan Gürman'ın 1960'tan sonra askerliğini bitirip gittiği Paris'teki günlerine atfen) tanık olduğu sanatsal, sosyal ve siyasal yaşantının, Gürman'ın sanatla ilgili düşüncelerini yeniden şekillendirdiğini aktarır. Altan Gürman'a göre sanat, daha az kutsal, yaşama daha yakın olmalıdır."
Resmî (görsel) söylem ve imgeye sinen bürokrasinin ipliğini pazara çıkartırken şımarmayan, ürettiği plastik dili olabildiğince hür ve enternasyonal kılma idealinde bir sanatçı, Altan Gürman. Ne mutlu ki birçok eseri ve belgesi, Arter koleksiyonunda. Üstelik, SALT ile yapılan (emsal değerindeki) kurumlar arası işbirliği ile, bu birikim dijital evrene de sirayet etmek durumunda. Ben, naçizane bu 'etik' ve 'estetik' misyonu gönüllü olarak devralan bir diğer sanatçımızın, Kadri Özayten olduğu kanaatindeyim. Bunu söyleme cüretinde bulunuyorum, çünkü önce Gürman'a bakacak olursak, yine Başak'ın önsözünden edindiğimiz (s.9) değerli bilgilere odaklandığımızda, "1967'de İDGSA'da asistan olarak göreve başlar. 1969'da gerçekleşen öğrenci işgali ve Akademi Reformu'nun ardından, 1969'da faaliyete geçen Temel Sanat Eğitimi kürsüsünün oluşumuna katkıda bulunur ve dersin yürütücülerinden olur..."
İşte Kadri Özayten de (1947-2014), Alman Bauhaus sanat eğitimi ekolüne sâdık biçimde eğitim ve üretim anlayışı güden Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümü (Bugünkü İstanbul Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) mezunu olarak, bir bakıma zaten hep bu kolektif, sosyal vizyon ve üretimden yana saf tutmuş bir yaratıcıdır.
Bu iki figürün sergisini, üstelik böyle bir gündemde aynı anda izliyor olmanın, benzersiz bir fırsat olduğu fikrindeyim. Adeta, 'Neo-klasik' zihniyete isyan bayrağı çekmiş Gürman'dan sancağı devralmışçasına, eserlerinde bedenler, kamuflaj lekeler, metalle yıkadığı 'kâğıt uçaklar', soyut taş-bulut formları ve yalın manzaralara yer veren Özayten, tıpkı üstat Gürman gibi, baskı resim sanatına öncelik veren bir usta olarak da tarihteki yerini almıştı.
Birbirine rakip gibi görünmek ve gösterilmekle birlikte, İstanbul ve Türkiye sanat iklimini besleyen, zenginleştiren iki öncü sanat kurumundan çıkan bu kader ortağı iki sanatçı, kendi dönemlerinde gerek siyasî, gerekse ideolojik ve militer her türlü baskıya, sanatlarının direniş diliyle karşılık vermekten geri durmamıştı. Bu meyanda Özayten'le özdeşleşen en önemli sembol ise, sürekli dönüşüm geçiren ve kısa ömürlü olan, kamuflajla hayatta kalabilen, 'kelebekler'di. Sergi hakkında çıkan yayında (s.25) kaleme aldığı metinde, küratör ve eleştirmen Derya Yücel bakın ne diyor:
"...Savaş kavramı ile ilgili olarak, ölüm ve yaşam, iyilik ve kötülük, bilgelik ve sonsuzlukla ilişkilendirilen, genel olarak yaşamın kendisini tüketen ve yenileyen güçlerinin simgesi olarak yılan gibi aynı anda hem olumlu hem de olumsuz çağrışımların sembolü olan kelebek, Özayten'in sıkça ele aldığı bir imge olmuştur. Kelebek, dirilişin, umudun, dönüşümün ve sürüp gitmekte olan yaşamın sembolüyken aynı zamanda umudun ve yaşamın kırılganlığını da anımsatır."
İşte, Ayşe Gür'ün emekleriyle zenginleşen ve Elvan Tekcan'ın idaresindeki Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde yer alan Özayten sergisi de, sanatçıya ait video söyleşi arşivleri, kendisinin özgün dokümanları ve baskı resimleri ile tuvallerini, Derya Yücel'in metinleri ve Serhat Kiraz ile Beral Madra'nın söyleşileriyle harmanlıyor.
Kazandığı ulusal ödüllerin yanı sıra, 1993-1994 Frankfurt -1995 İstanbul -1996 Darmstadt’ ta sunulan deneysel müzik, video, performans ve obje enstalasyonu türü etkinlikleri içeren uluslararası Xample 1, 2, 3 projelerinde Küratör Edwin Hermann ile disiplinler arası ortak çalışmalarda düzenleyici olarak görev alan Özayten, aynı zamanda Türkiye çağdaş sanat üretimi ve belleğine onulmaz katkılarda bulunan İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Sanat Galerisi Direktörü Nilgün Özayten'in de eşi olması açısından, kendisiyle omuz omuza çok önemli emekler ortaya koymuş ve yeni nesiller yetiştirmişti.
1996’da İstanbul ve Dusseldorf’da 'Diyaloglar ' sergisine katılan Özayten, 1999'da İstanbul Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Öğretim Üyeliği'nden ayrılarak, Charles Neuweger, Frank Fiedler, Nikolaus Heyduck, Michael Harenberg, Norbert Grossman, Nushin Shayegan ve Werner Cee ile ortak XAMPLE grup çalışmalarını sürdürmüştü.
Tıpkı Gürman'ın sergisi gibi, bu serginin de gündemle ne kadar kesiştiğini aktarabilmek uğruna, bir kere daha Derya Yücel'e (s.30) kulak verelim:
"...Sanatçı, 1995 yılında 4.İstanbul Bienali ile eş zamanlı olarak Kadıköy Anarat Higutyun Okulu'nda Beral Madra tarafından düzenlenen 'Somut Öngörüler' sergisindeki enstalasyonunda ise, yine savaş olgusunu ele almış, sınıf pencerelerinden birine (gökyüzüne) küçük F-16 savaş uçakları yerleştirmiştir."
Avangart (öncü) olanın ne olduğunu bize olanca ifade özgürlüğü ve sivilliğince, insanca, kâhince ve usanmadan, direnerek anımsatan bu iki ustanın anısı, eser ve miraslarına saygıyla, ibretle.