İki şehir arasında yalnızlık, aşk ve arkadaşlık: Dersim Alexanderplatz
İmran Ayata’nın kaleme aldığı Dersim Alexanderplatz, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Dersim Alexanderplatz, iki şehir arasında yalnızlık, aşk ve arkadaşlık duygularını harmanlıyor.
Büşra Bakan
İmran Ayata’nın geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrilen ve İletişim Yayınları tarafından yayımlanan romanı Dersim Alexanderplatz, sadece adı itibariyle dahi aidiyet duygusunun, benlik algısının ve belirli kalıplara sıkıştırılmaya çalışılan kimlik kavramının yerini çokluğa, farklılıkların birlikteliğine bırakışına işaret eden bir metin. Roman boyunca bir yandan arkadaşlık, aşk, tutku ile harmanlanmış bir hayatın keyifli bir okumasını yaparken, diğer yandan kişisel ve toplumsal kimlik oluşumunda durağanlığın yerini nasıl akışkanlığın aldığına tanıklık ediyoruz.
Devrim Bulut, arkadaşları tarafından sevilen, ama çok derin ilişkiler kuramayan, keyfi için radyoculuk yaparken ailesinden kalan miras sayesinde rahatı yerinde olan, ilk bakışta hayatında her şey yolunda giden genç bir adam. Roman, Devrim için düzenlenen bir doğum günü partisi ile açılıyor. Bu parti, Devrim ve arkadaşlarının hayat tarzlarını, düşüncelerini ve çeşitli tercihlerini açık eden bir ayna niteliğinde.
Roman ne kadar Devrim’e odaklansa da, hem Berlin hem de Dersim’deki diğer karakterlerden ve hayatlarından kesitler önemli bir yer tutuyor. Benzer hayatları farklı pencerelerden yaşayan insanların his ve düşünce dünyaları o ya da bu şekilde Devrim’in dünyasında bir yankı buluyor zira. Roman ilerledikçe biraz önce bahsettiğim “her şeyin yolunda olduğu” yanılsaması yavaş yavaş parçalanıyor. Devrim’in arkadaşlıkları, aşk hayatı, kolay kurduğu günlük ilişkiler gittikçe tersine dönüyor. Devrim’in çok da paylaşmayı tercih etmediği iç dünyasından ipuçlarını topladıkça, aslında kendisinin de ne yapacağını bilmediğine, yalnızlığın hüküm sürdüğü bir hayatı deneyimlediğine şahit oluyoruz. Günün birinde Hamburg’da Dersimli Rüya ile tanışıp ona âşık olması ise Devrim için her şeyi daha da zorlaştırıyor. Rüya ile olan çalkantılı, haz üzerine kurulu ilişkisini bir adım öteye geçirmeyi, daha derin bir bağ kurmayı arzular ama emin de olamazken, Devrim kendini bir anda yıllardır gitmediği Dersim’de buluyor. Bu açıdan kitap için Devrim’in Berlin’de başlayıp Dersim’e uzanan, aşk hayatının şekillendirdiği bir yolculuğun hikâyesi de denebilir.
Yolculuk dedim fakat, Ayata’nın da bir röportajında belirttiği ve kitapta yer yer hissettirdiği gibi, Devrim herhangi bir arayış içerisinde değil. Bu yüzden bu yolculuk bir kök arayışı, aidiyet duygusu uğruna çıkılan bir yolculuktan ziyade Devrim’in görünürde her şeyi yolunda olan, Rüya’ya âşık olmasıyla yanılgısı kırılan hayatında bu alışılmışın dışındaki yeni duruma aynı oranda bir olağandışılık ile tepki verme isteği olarak okunabilir. Zira yolculuk sırasında ya da sonunda hayatına, kimliğine ya da köklerine dair bir aydınlanma yaşamıyor Devrim, herhangi bir değişim söz konusu olmuyor. Onun yerine, Devrim de –ve okur olarak bizler de- Devrim’in amcasının yetiştirdiğini umduğu politik bir karakter veya Rüya’nın âşık olmayı arzuladığı, kökenine bağlı bir kişilik olmadığını, hatta böyle bir isteği ve çabasının da bulunmadığını daha net bir şekilde anlıyoruz.
Dersim’e yapılan yolculuk ve bu üçlü dinamik üzerinden, kimlik ve aidiyet meselesi, okurun yüzüne çarpan bir toplumsal gerçekçi tavırdan ziyade his ve yaşanmışlıklara dayalı, didaktik olmayan bir üslup ile irdeleniyor. Ayata, yaşadığımız çağda kimlik algısının ne kadar akışkan ve öznel olduğu, statik kavramlar üzerinden ele alınamayacağı savının altını ustaca hazırlanmış kurgusu kadar kullandığı üslup ile de dolduruyor. Metin boyunca değinmek istediği meseleleri tanrı bakış açısıyla dile getirmektense, Devrim’in dilinden aktardığı düşünce dünyası, farklı kökenlerden kişilerden oluşan, kültür çeşitliğinin belirgin olduğu arkadaş ortamı ve özellikle de Rüya ile kurduğu inişli çıkışlı ilişki üzerinden göstermeyi tercih ediyor. Devrim’in özel hayatı üzerinden toplumsal meselelere o kadar yumuşak bir geçiş yapılıyor ki, Dersim ve Alexanderplatz sadece kitabın ismi ya da belirli kültürleri imleyen yer isimleri olmaktan çıkıp hem kendilerine has birer karakter hem de romandaki kişileri, tabii ki en fazla Devrim’i, değiştirip dönüştüren güçlü birer “oluş” halinde kendini gösteriyor. Yazar sabit bir köke sahip bir karakteri ne kadar istemiyorsa, aynı fikir bu iki şehirde de kendine yer bulamıyor; şehirler ve kültürler her daim oluş üzerine, farklılık ve değişimleri sahiplenir şekilde resmediliyor. Ayrıca, olayların Devrim tarafından aktarılması, metni bir nevi anı kitabı ya da günlük olarak okuma imkânı da tanıyor. Bu da kitabın konusunda görülen uçuculuk, kesin olmayış ve kimliğin öznelliği gibi kavramlarla örtüşerek kurgu ve üslup arasındaki bağı güçlendiriyor.
Sürpriz bir parti için çalınan bir kapı ile başlayan Devrim’in hikâyesi, yine aynı kapı zilinin çalmasıyla son buluyor. Devrim yine aynı koltuğundan, aynı isteksizlikle kapıyı açmaya gidiyor. Ne Devrim’in hayatında herhangi bir şey noktalanıyor ya da filizleniyor ne de yumağa dönmüş ilişkileri anlam kazanıyor. Roman, sizi bir sona, mutlu ya da değil, herhangi bir sona götürmüyor. Aynı hayat gibi durmadan sonu öteliyor; geçicilik, aynılık, hatta alaycılığı kabullenerek…