Yazıya Fikret Kızılok’un sözleriyle başlayayım. Sanatçı,
Yeni Gündem’in 18 Ekim – 1 Kasım 1985 tarihli sayısında
yayımlanan yazısında şu cümleleri kuruyor: “Ruhi Su, müzik ötesinde
başka şeylere sahip bir insandı: Sağlam bir karakter, satılmazlık,
menfaatler ne olursa olsun yön değiştirmemek, aynı yolda devam
etmek. Bunlar bizim için bir örnekti.” Yazıyı, ustasının ardından
yazmış, ona hayranlığını dile getirmiş. Bir noktada şunu söylüyor:
“Ruhi Su denince insanın aklına yalnız müzik gelmemeli.” Sahiden
öyle: Ruhi Su, bu ülkenin en değerlilerinden. Sadece müziği değil,
kişiliğiyle de ayrıksı bir yerde. Nitekim, Fikret Kızılok’un
yazısının başlığı da bunu işaret ediyor: “Kişiliğiyle, türküsüyle
bir bütündü.”
Büyük sanatçı Ruhi Su, 1985 yılının 20 Eylül günü, İstanbul’da
hayatını kaybetti. O yıl yine pazar gününe denk gelen 22 Eylül,
cenazesinin düzenlendiği tarih. 12 Eylül sonrasındaki ilk kitlesel
buluşmaydı bu; polisin saldırısıyla sonuçlandı. “Dostları”,
ardından verdikleri ilanda şu cümleleri kurmuştu: “Ruhi Su’yu
çiçeklerle sevgilerle uğurlayacağız. O’nu 22 Eylül 1985 Pazar günü
öğle namazından sonra Şişli Camii’nden alıp, Zincirlikuyu
Kabristanı’na defnedeceğiz.” Cenazeye bile tahammül edemeyen 12
Eylül yönetimi, “dostları”nın toplanmasına izin vermedi.
Bugün, yine cenazelere saldırılan bir dönemdeyiz. Sürekli
tekrarlıyorum: Darbecileri yargıladığını söyleyenler, darbe
döneminde yapılmış yasaları arkalarına alarak ilerliyorlar. Kimi
zaman, cuntadan daha tahammülsüzler üstelik. İnsanların bir araya
gelmesini istemiyorlar, buluşmaları engelliyorlar. En basit örneği,
bugün Batıkent’te yapılması planlanan halk konseri: Birçok
bileşenin katılımıyla yapılan Batıkent Kültür Festivali bünyesinde
düzenlenen “ücretsiz halk şenliği”, Ankara Valiliği’nin “güvenliği
sağlayamayız” gerekçesiyle yasaklandı. İnsanların güvenliğini
sağlamak üzere orada olan bir kurumun bunu yapamayacağını
açıklaması çok fena. Vedat Dalokay Parkı, konserlerin sürekli
yapıldığı yer. Belli ki konsere katılacak isimler dertli: Metanu,
Lâl Gazel, Ahu Sağlam ve Sabahat Akkiraz… Türküleri susturmak
isteyenler şunu bilmiyor: Şarkılar, türküler susturulamaz. Dilden
dile yayılır, engellenemez. Bugün konseri yasaklayanlar yarın o
konserde çalınması muhtemel bütün türkülerin kayıtlarını yok
etseler dahi o türküler insanlar aracılığıyla dileyenlere
aktarılır. Nitekim, aynı festival dahilinde dün yaptığım “müzikli
Türkiye tarihi” başlıklı konuşmama Sabahat Akkiraz’ın bir
türküsüyle başladım, ona selam durdum.
Ruhi Su türküleri, hep bir ağızdan söylediğimiz türküler. Her
dönem bu böyle oldu. Onun sesini kısmaya çalışanlar, türkülerinin
kaydedildiği plakları, kasetleri yasaklayanlar onu yok edemedi. Yok
edemez çünkü kökü sağlam. Zülfü Livaneli’den Grup Yorum’a, Fikret
Kızılok’tan Erkin Koray’a herkesi etkilemiş bir sanatçı, Ruhi Su.
Erkin Koray, 1974 yılında yayımlanan “Elektronik Türküler” başlıklı
albümüne onun bir bestesini almış, Nâzım Hikmet’in meşhur
dizelerini (“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi
kardeşçesine…”) “Türkü” adıyla kendince yorumlamıştı. Kızılok,
yazısında sanatçının bestelerinden de söz ediyor: “Ruhi Su’nun
besteleri de vardı; fakat o çok mütevazı kişiliğiyle, onları ön
plana çıkarmak istemedi, çıkarması gerekirdi. Fakat tuttuğu yol
öyle bir yoldu ki, Anadolu’nun bağrından çıkan türküleri önce bir
bitireyim, sonra belki kendime dönerim diye başladı ama kendine
dönemedi, icracı ve yorumcu olarak kaldı.”
Art arda yaptığı albümler, Ruhi Su’nun yorumculuğunun yanında
araştırmacı yönünü de ortaya koyuyor. Karacaoğlan’dan Köroğlu’na,
Yunus Emre’den Pir Sultan Abdal’a uzanan, “El Kapıları”nda gezinen,
“Sabahın Sahibi Var” diyen, çocuklardan, göçlerden, balıklardan söz
eden sanatçı, her albümünü oya gibi işlemiş, sadece sazıyla ve
sözüyle değil, yazısıyla da renklendirmiş. Kimi zaman albüm
kapağını bir ustaya armağan etmiş, onların yazılarını koymuş. Mengü
Ertel’in yaptığı kapakların her biri, bir sanat eseri.
Sadece albümleri değil, yazıları ve konuşmalarıyla da hepimize
yol gösterdi, Ruhi Su. Müziği tartışmaya açan, onu sadece müzik
olarak değil, işleviyle değerlendiren isimlerden… Yine Fikret
Kızılok yazısına bağlanayım: “Burada bir önemli nokta var; müzik
müzik olarak mı kalmalı, yoksa bir işlevi olmalı mı?” sorusunu
soran sanatçı, cevabını da veriyor: “Müziğin mutlaka bir işlevi
olmalı.” Bunu yaparken şerhini de koyuyor: “Ama şarkı yapıyorsunuz,
şarkı güzel şeylerden bahsediyor, toplumsal şeylerden bahsediyor,
sonra bu şarkıyı satmaya başlıyorsunuz. Buna ben sol pazar adını
veriyorum, bu duyguları içeren insanlar kendilerine hitap edecek
şarkıları bekliyorlar, bunlarla büyüyorlar. Bunu sezen, bu
kurnazlığı yapan insanlar var Türkiye’de, bunu pazarlayan insanlar
var. Ruhi Su, öyle bir insan değildi, kişiliği, türküsü bir
bütündü.”
Fikret Kızılok, bu satırları, Ruhi Su’nun ölümünden sonra
yazmış. 12 Eylül’ün karanlığını dağıtan dergilerden Yeni
Gündem, Ruhi Su’a ayırdığı sayısında onun bu yazısını
yayımlamış. Olaylı cenazenin on altıncı yılında, Kızılok bu dünyayı
terk etti. Bugün, onu, ölümünün on sekizinci yılında anıyoruz. Ruhi
Su’dan etkilenen, sazıyla, sözüyle bir şeyleri değiştirmeye çalışan
insanlardan biriydi. Çok şey yaptı, bize çok şey kattı. Ustasının
ardından yazdığı satırları onu düşünerek okuduğumuzda bir şey
değişmiyor. Bugün, iki ismi de hayırla anıyorsak, sebebi,
yaptıkları.
Kızılok’un şu satırları, yazının sonu olsun: “Büyük ve geniş bir
ses, bas bariton bir ses; söyleyiş yalnızca bas baritonukla
kalmıyor, buna daha sonra yürek katılıyor. Karakter icabı direnen
bir kişiliği var, hepsi sesinde birleşiyor.”