Geçen aylarda görkemli törenlerle açılan
müzeleri artık gidip görmenin vakti gelmişti. Hafta sonu
erkenden Dolmabahçe’deki Milli Saraylar Resim Müzesi’ne gittim.
Malum Veliaht Dairesi olarak bilinen bu yapı 70 sene Mimar Sinan
Resim Heykel Müzesi’ydi ama bir türlü restore edilip açılamamıştı.
Neticede Milli Saraylar burayı kendi koleksiyonunu sergilemek üzere
devraldı ve müze ocak ayında açıldı.
Milli Saraylar Resim Müzesi adıyla açılan yapı, hazine değerinde
bir koleksiyonu ağırlıyor. Ama kendisi de koleksiyon kadar ilgi
çekici ve değerli. Sanıyorum öğlene doğru pandemi koşullarında epey
riskli bir hal alan kalabalığı buraya çeken unsurlardan birisi de
bu, resimlere bakmak ve bir saray görmek.
Yerler kalın bir halıyla kaplı olduğu için kapıda galoş giyerek
giriliyor içeriye. Belki ziyaretçilerin sonsuz sayıdaki salonun
altın yaldızlarla, resimlerle süslü tavanlarına dalıp gitmemesi,
resimlere odaklanabilmesi için mekan epey karanlık tutulmuş. Yer
yer spot ışıkları ve küçük bilgi yazıları nadide tavan
süslemelerinden detaylara işaret ediyor. Böylece yapılan
restorasyonun çapını anlayabiliyorsunuz. Veliaht Dairesi epey
ihtimamla yenilenmiş, belli. Ama işin aslı saray görmek için buraya
gelenler biraz hayal kırıklığına uğrayabilir. Neredeyse tüm
pencereleri kapatılmış ve tüm salonları resimlere ayrılmış bu büyük
yapıyı mimari olarak algılamak, pencerelerinden dışarıya bakmak ve
içindeki geçmiş yaşantıları hayal etmek pek mümkün değil.
Osmanlı’dan ciddi bir resim koleksiyonu kaldığını görüyorsunuz
burayı gezerken. Çok tanınmış isimlerden çeşitli temalarda resim
sergileniyor. Nitekim temalara ve sanatçılarına göre ayrılan toplam
36 salona yerleştirilmişler. Türk, Ermeni ve Rum Osmanlı
vatandaşları kadar ve belki onlardan daha çok, resim yapmak üzere
İstanbul’a gelen, saraya kendini kabul ettiren sanatçıların
resimleri dolduruyor bu salonları. Klasik Türk resmi
diyebileceğimiz bir dönemin nadir, önemli ve güzel örneklerinden
çok sayıda tablo görmek mümkün. Aralarında ünlü Zonaro, Ayvazovski,
Şeker Ahmed Paşa, İbrahim Çallı ve Osman Hamdi Bey resimleri de
çıkıyor karşımıza. Bu sarayın son sakini Halife Abdülmecid aynı
zamanda ressam olduğu için, müzenin de başrollerinden birini
üstlenmiş. Abdülmecid Efendi’nin resimleri, resim araçları,
desenleri ve atölyesinin replikası da sergileniyor.
Koleksiyonunun içeriği ve sunulma biçimi, yani müzenin bize
anlattıkları ayrı bir yazı konusu. Ama birkaç cümleyle özetlemek
gerekirse, burası bize Osmanlı’nın resim zevkini, saray odaklı bir
resim dünyasını sunuyor. Zaferleri ve kahramanlıkları anlatan pek
çok savaş resmi, askeri tablo öne çıkıyor. Ama bir o kadar da
manzara ve padişahlardan sultanlara ve paşalara Osmanlı elitinin
portreleri var. Aralarında zaten sanat tarihine mal olmuş imzaların
gerçekten güzel resimlerinden çokça örnek var. Yani burası ‘resme
bakmayı’ sevenlerin epey vakit geçirebileceği bir yer. Tabii benzer
resimlerin sergilendiği bütün büyük müzeler gibi bir süre sonra
yeknesaklaşmaya da başlıyor. Bu noktada resimlerin kendisinden çok
anlattıkları, konuları öne çıkıyor ki Resim Müzesi ziyaretçilerini
buraya çekip içeride tutmakta bunun da epey bir etkisi var. Burası
yeni Türkiye toplumuna eski resimler aracılığıyla sevilen bir
Osmanlı anlatısı sunuyor.
ATLAS PASAJI’NDA SON DURUM
İçeride geçirdiğim bir saatten sonra kalabalıklaşan müzeyi
hakkıyla gezemeden çıktım ve Beşiktaş’tan Beyoğlu’na, Atlas
pasajında açılan yeni İstanbul Sinema Müzesi’ni görmeye gittim.
Pasajın girişinde 1940’lardan beri olduğu gibi gösterimdeki
filmlerin afişleri yok artık. Ha keza hemen sağ taraftaki gişe de
kaldırılmış. Ve onun arkasında sinema girişinde yılların eğlence
mekanı Sefahathane de yok… Onun yerini içinde kitap da satılan bir
müze kafesi almış. Sinema salonu özel galalar vs. için
kullanılacak, onun dışında kapalı. Ama pasaj ve içindeki dükkanlar
aynen duruyor.
Sinema girişinin karşısında, bir zamanlar Kulis Bar’ın olduğu
yerde Sinema Müzesi’nin gişeleri var. Vaktiyle konut olarak
yapılan, çok uzun zamandır Kültür Bakanlığı’na bağlı bir dönem
içinde Küçük Sahne diye bilinen bir tiyatro salonu, bir sergi
salonu ve genelde ofis alanları olan bu yapı artık bir sinema
müzesi olarak düzenlenmiş. Yine titiz bir restorasyon yapıldığının
altı çiziliyor, binanın süslemeleri, orijinal halinden kalanlar
olabildiğince korunmuş ve bunun görülmesi de itinayla gözetilmiş…
Sonuçta burası da epey büyük ve içinde vakit geçirilebilecek,
eğlenceli bir sinema müzesi olmuş. Giriş katında birlikte fotoğraf
çektirilecek Adile Naşit ve Kemal Sunal mum heykelleri, video
gösterileri, tabletler yardımıyla İstanbul’da çekilen film
sahnelerini harita üstünden izleyebildiğiniz bir salon, Türk
filmlerindeki telefon sahnelerini telefon ahizelerinden dinleyip
izlediğiniz bir oda, üç boyutlu film sahnelerinin olduğu vitrinler
gibi pek çok oyunlu-eğlenceli alan var. Üst katlara çıktıkça sinema
tekniği, sinema gereçleri, Türk sinemasının unutulmaz filmleri,
oyuncuları, yönetmenlerine ayrılmış duvarlar vitrinler
görüyorsunuz. Uzun bir vitrin de uluslararası ödüllere ayrılmış,
Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiyesi de Semih Kaplanoğlu’nun Altın
Ayısı da burada sergileniyor… En üst katta geçici sergiler
bölümünde Münir Özkul’dan meddahlığı dinleyip Karagöz Hacivat ve
başka gösteri sanatları üstüne bilgi edinebileceğiniz bana pek de
geçici gibi gelmeyen bir sergi yer alıyor.
Açıkçası Pandemi koşullarında bol dokunmatik, küçük odalarda dip
dibe kalabalık bu müze biraz tedirgin edici. Eğer merak edip
gidecekseniz tenha zamanlarını kollamanızı öneririm… Yeşilçam
nostaljisini yaşamak için hoş, İstiklal Caddesi’nin eğlenceli
yanına daha fazla hitap eden, sinemaseverlerin mutlaka ilgisini
çekecek bir yer. Kültür dünyasının enerjisine ne kadar katkıda
bulunacağı, kültür sanat haritamızda sürekli bir adres olup
olmayacağı ise ileride düzenleyeceği geçici sergilerin çekiciliğine
ve sinema salonunun nasıl kullanılacağına bağlı. Kültür hayatımızın
en önemli duraklarından, o eski sinema alışkanlıklarıyla son
bağlarımızdan biri olan Atlas Sineması’nın kapandığına üzülmekle
kalmayız diye umuyorum.