İki zil arası, otuz ekmek, bir patron

Zil çalıyordu. Ekmekleri çıkarmaya dönüyordum. O çalışmaya devam ediyordu. Zaten hiç yerinde durmuyordu Mark. Hiçbir iş yoksa, olduğu yerde bir ileri bir geri giderek, anlatıyordu.

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Zil çalıyordu. Fırının kapağını açıyordum. Boyumu biraz geçiyordu yüksekliği. Sıcaktı çok, bezle tutuyordum tepsileri. Onun yanında tepsiler için bir yer vardı, tekerlekli. Boş olanlara pişmiş ekmekleri koyuyordum ve fırına dönerken elim boş dönmemek için bir pişmemiş ekmek tepsisini fırına. Defalarca. Yüzü bembeyazdı ekmeklerin ve derin çizgileri vardı üstünde, pişerek çıkıyordu iki zil çalımı vakti…

Alice- Sonsuzluk ne kadar sürer?

Tavşan- Bazen bir saniye’*

Mark, patron yani, her Cambridge gelişimde işe alıyordu beni. Dünyanın bir ucundan, sıfır parayla dönmüş oluyorduk ama gerçekten sıfır. İyi bir yerdi o zamanlar İngiltere, çalışmak için. Pound oldukça yüksekti. Hele gezdiğimiz yerler için çok yüksek. Mark, çalışacak kimseye ihtiyacı olmasa bile alırdı. İyi işçiyimdir. Tabii ki ‘Tembellik Hakkı’nı savunuyordum ama ben çalışmazsam yanımdakinin üstüne kalırdı iş. Patrona değil. ‘Erken dönem Sovyet işçisi’ terbiyesi almışım galiba, sevmiyordum kaytaran işçiyi.

-Mayakovski, Sovyetlerin ilk döneminde işçiler için ‘şiir’ pankartlar yazıyordu.

‘İşçinin iyisi

Sıkı diker ayakkabı derisi.’ -

Fakat bu yüzden almıyordu Mark beni işe. Avukat olduğum için alıyordu. Hoşuna gidiyordu, yanında bir avukatın çalışması. Okumak iyi bir şey sanırım. Diploman olunca, seni beceriksiz sandıklarından, bir sandviç yaptığında mesela, ateş çemberi içinden atlayan aslan muamelesi yapıyorlar sana. Haksız değiller, koca bir hadım imalathanesi okullar. Genellikle. Bir taraftan yaratıcı bir çocuk koyuyorsun, öbür taraftan, dört tarafı notlarla çevrili öğrenci çıkıyor.

Sonra iki zil arası. Sandviç içlerini hazırlamaya devam ediyorduk. Mesela ‘Limonlu Tavuk’ yapıyorduk. Çok satıyordu. Limon suyuna yatınca, güzel oluyordu tavuk. ‘Her şey sosta’ diyordu Mark. ‘Bir akşam önceki maçı seyrettin mi’ diye soruyordu. Hep yok diyordum. Evde televizyon yoktu. O maçı anlatıyordu. Gol pozisyonunu ya da kaçanları. Bu arada zil çalarsa, ekmek zili, ara veriyordu. Ekmek tepsilerini yeniliyordum. O çalışmaya devam ediyordu. Aynı tavuk parçalarından beş farklı iç yapıyorduk, bazen mayonez, turşu. Sonra maçı gollük pozisyonda unutup, karısıyla kavgasını anlatıyordu Mark. ‘Ona çiçek almalısın bu akşam’ diyordum. ‘Yok, mutfakta sevişir, barışırız’ diyordu. ‘Daha ekonomik’ diyordum…

Zil çalıyordu. Ekmekleri çıkarmaya dönüyordum. O çalışmaya devam ediyordu. Zaten hiç yerinde durmuyordu Mark. Sürekli bir iş yapıyordu. Hiçbir iş yoksa, olduğu yerde bir ileri bir geri giderek, anlatıyordu. İki adım ileri ve geri. Üstünde sosları hazırladığımız tezgahlar, iki duvar, üst katta sandviç içleri, kesilmiş bagetler ve yazar kasa arası…

Kısa ve çok mesafelerde gidip, geliyordu ve ekmek fırını.

Hayatı bazen, Mark’ın bu geliş gidişlerine çok benzetiyorum, İki zil arası…

*Alice Harikalar Diyarında…

Tüm yazılarını göster