Düşünüyorum da, Sayın Cumhurbaşkanı Yıldız Sarayı “külliyesine” Sultan Abdülhamit’in emperyal mimarlardan (Rum) Nikolaidis Jelpulyo’ya yaptırdığı caminin çizgilerine bakıp, “neden Sinan’ınkilere benzemiyor?” diye aklından geçiriyor mudur acaba?
Cumhuriyetleri numaralandırmakla ilgili sıkıntım yok. Derdim içeriğe dair. Bugün “İkinci Cumhuriyet” denilen şuna benzetilebilir: Eski bir medeniyetin, tarihi kesmetaştan yapılma kalıntılarının yerinde yükselen sıradan bir kasaba. Ancak bu benzetme de sorunlu, zira eskisine aslında var olmamış bir ihtişam atfediyor.
Belki şuradan tutturulabilir: O eski medeniyet neden yok olmuştu? Oradan geçen ticaret yollarının başka yerlere kaydığının öngörülememesi mi? Kötü, öngörüsüz yönetim mi? Savaşla yahut deprem gibi doğal afetle yıkım mı? Yıkımdan sonra neden ayağa kalkamamışlardı, örnekse bir Almanya veya Japonya gibi?
Daha iyisi Ankara’nın haline bakmak olabilir. Geç kalmadan, başkenti İstanbul’a taşıyıp, parantezi hepten kapatmak henüz gündeme gelmeden. Ankara, hem eski yönetime yani Osmanlı’ya, hem işgale, yok oluşa başkaldırının ana karargahı olarak seçildiğinde toz, toprak içinde, haritadaki yeri dışında hiçbir özelliği bulunmayan bir kentti. Kent bile değil, girişte değinildiği gibi, “sıradan bir kasaba”.
Gerçek yeni Türkiye’nin yüreği olarak düşünüldüğüne göre, cumhuriyetin toplum projesinin mayasını en güçlü tutması gereken yer de orası olmalı. Hitler faşizminden kaçan Alman mimar ve şehir planlamacıların yadsınamayacak katkılarıyla, ama kuşku yok ki vizyoner siyasi önderlikle temelleri atılmış bir kent. Yeni bir başlangıç, bir ivme, bir atılım tasarısı.
Kente Dışkapı yönünden yaklaşırken ve girerken geniş arazisiyle Ziraat Fakültesi, arkadan okullar, derken Ulus’ta tüm o temel kurum yapıları, Gençlik Parkı, opera, hariciye, sonra daha ötede Kurtuluş’a dönerseniz Mülkiye, yukarı devam ederseniz Meclis, en tepede Cumhurbaşkanlığı, oralarda büyükelçilikler. Bir gelecek projesinin mağrur ve kendinden emin, gösterişsiz ama özenli anahatları var.
Buradaki düşünce eskizini bugün görebilmek için gözlerinizi kapatıp, hayal gücünüze sığınmanız, biraz da okumuş, yazmış olmanız zorunlu. Aynı izlek üzerinden gidersek iki olumsuzlukla karşılaşırız. Birincisi, kentin Ulus’tan, Yenişehir’e, oradan Gaziosmanpaşa’ya, oradan da Balgat tarafına derken yerinde duramayıp bugün de İncek’te karar kılması. İkincisi ise, Eskişehir yönüne döndüğümüzde göreceğimiz tüm kuvvet komutanlıklarının temsil ettiği heyulalar. Üstelik bu yapılar öyle heyulalar ki, mimari açıdan yoklukları hiçbir kayıp teşkil etmez.
Filmi ileri sarıp bugüne, bugünün kaygan kumları üzerine inşa edilen yeni “gecekonduya” gelelim. Bizde çoğu kamu binası daha yapılırken köhneleşir. Öyle ki, daha açılışı yapılırken içinize kasvet çöker. Mimari bir yenilik yoktur. Yapının anlattığı bir şey de yoktur. İşte yerine yapıldığı eskisinden büyüktür ve granit kaplamadan, mermer zeminden kaçınılmamıştır, o kadar.
Altı ay sonra gelin yine bakın, bazı yerlerde tavandan su sızar. Granitlerde çatlamalar vardır. Kafanızı uzatıp bürolara bakın, eskiden alışık olduğunuz tozlu klasörler darmadağınık yerlerini almıştır. Koridorun köşesine yerleşmiş çay ocağı size pastoral bir mutluluk taşıyacaktır. Değişen bir şey yoktur, binadan gayrı. O da yeniyken köhnemiştir.
Eskisi tül perde gerisinden sokağı izleyen bir iç sıkıntılı tek ayağı çukurda ihtiyar idiyse, yenisi metrobüste sürekli ayakkabılarının burnuna bakan o da iç sıkıntılı bir ergendir. Ne eskisinin geleceğe dair bir beklentisi yahut size anlatacak orijinal bir hikayesi kalmıştır, ne yenisinin size sunacak orijinal bir gelecek tahayyülü, bir vizyonu. “Aziz Allah” diyerek iç çeker, geçersiniz.
Hilmi Yavuz’un şu şiirindeki gibi: “Göl kendi dibindeki batıktan başka nedir?” Nasıl yeni Osmanlıcılar, Hamit hayranları, İttihat ve Terakki armasını bilinçsizce baştacı ediyorlar, tarihin neye gebe olduğu da iyi, kötü bellidir. Tüm bu görgüsüz debdebeye rağmen doğan yeni bir şey yoktur. Doğduğu müjdelenen içi boş, süslü bir kabuktan ibarettir. Bu dağdağa da o özgüven yoksunluğunu örtmek içindir.
Düşünüyorum da, Sayın Cumhurbaşkanı Yıldız Sarayı “külliyesine” Sultan Abdülhamit’in emperyal mimarlardan (Rum) Nikolaidis Jelpulyo’ya yaptırdığı caminin çizgilerine bakıp, “neden Sinan’ınkilere benzemiyor?” diye aklından geçiriyor mudur acaba? Aynı Hilmi Yavuz şiirinin son dizesiyse şöyleydi: “Ve hüzün, hüzün en büyük muhalefettir şimdi.” Öyledir şu Pazar günü, öyledir de muhalefet ve iktidar mücadelesi politikten ziyade, teknik bir iştir aslında.