Ulusal futbol takımımız geçtiğimiz hafta sekiz günde üç maç oynadı. İlki Almanya’da Almanya ile oynanan bir dostluk maçıydı. Diğer ikisi ise Rusya’da Rusya ile oynanan ve Türkiye’de Sırbistan’la oynanan Uluslar Ligi maçlarıydı. Bu kadar yoğun bir program içinde ve pandemi döneminde üç gün arayla oynanacak iki resmi maç öncesi dostluk maçı oynanmasının manasını sorgulama hakkımı saklı tutarak esas konuya girmek istiyorum. Bu üç maç da berabere bitti. Bu maçların hepsinde ulusal futbol takımımız ilk yarıyı geride kapattı. Maçların ikinci yarılarında daha iyi oynayarak üç maçı da yenilmeden berabere tamamladı. Sekiz gün içinde üç kez tekrarlanan ilk yarılarda “uyuma”, ikinci yarılarda “uyanma”yı artık bir sendrom olarak değerlendirmenin abartılı olmayacağını düşünüyorum.
Bu sendromun sadece ulusal takımın son üç maçı için söz konusu olmadığını, takımın tarihinde çok sık tekrarlanan bir olgu olduğunu da ifade etmek gerekiyor. Ayrıca bu sendrom sadece ulusal takım için geçerli değil. Ülke futbolunda çok sık rastladığımız bir durum. İlk yarıları ve ikinci yarıları çok farklı bir biçimde oynamanın dünya futbolunda bu kadar yeri var mıdır bilemiyorum. Ancak bizim futbol dünyamızda oldukça yaygın olduğu su götürmez bir gerçek.
Bu konuda ilk akla gelebilecek soru elbette teknik direktörlerin stratejik ve taktik açıdan takımı maça nasıl hazırladıkları olabilir. Ya da devre arasında soyunma odasında tam olarak neler olduğu da merak edilebilir! Ama aslında bu ikisi birbirleriyle tam olarak ilinti konular. Acaba teknik direktörün takımı hazırlamasında, rakibi analizinde bir sorun mu var? Neden devre arasında bu kadar ciddi değişiklikler yapılmaya gerek duyuluyor? Takım neden doksan dakikalık bir oyun planıyla sahaya çıkamıyor?
Elbette devre arası ve oyuncu değiştirme hakları bunu için var. Elbette maç oynanırken kenarda bir teknik direktör olması bu tür müdahaleleri mümkün kılmak için de düşünülmüş. Elbette rakibin taktiksel tercihlerine göre maç esnasında bazı rötuşlar yapmak bu işin doğasında var. Ancak yine de bütün bunlar bence takımlarımızın maça çıkarken her yönüyle hazır olma konusunda bazı zaaflara sahip olduğu konusunu gündemden düşüremiyor.
Meseleye bireysel düzeyde bakabiliriz. Yani öncelikle oyuncuların yeterince profesyonel olmamalarından, maça konsantre olamamalarından, rakibi küçümsemelerinden söz edebiliriz. Devre arasında teknik direktörden bir tür motivasyon fırçası yemeden kendilerine gelemediklerinden bahsedebiliriz. Sözünü ettiğim konuda elbette tüm bu boyutların belli düzeylerde rol oynadığını ben de kabul ederim. Ancak bütün meselenin bu verilerle açıklanabilir olduğunu pek sanmıyorum.
Diğer bir boyut elbette takımlarımızın sahip olduğu teknik direktörlerin donanımı. Takımın oyun planı neredeyse her maçta ikinci yarının başında bir yeniden inşa ihtiyacı gösteriyorsa bu durumu nasıl yorumlamalıyız? İlk akla gelen elbette ilk oyun planının genelde yetersiz olması. Bunu bir teknik direktör zaafı olarak not etmemek mümkün değil. Burada elbette, teknik direktörün takım için yerleşik, sistematik bir oyun planı üretmiş olup olmaması, rakibin olası oyun planını doğru analiz edip etmediği, oyuncuları maça ne kadar doğru hazırladığı sorulabilir.
Ancak ben futbola dair, ulusal takıma dair, teknik direktörlerimize dair yaptığım bütün eleştirel yorumların, yanı zamanda, içinde yaşadığımız toplumsal kültürün bir parçası olarak da değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Sonuçta, “yumurta kapıya gelmeden” ya da “bıçak kemiğe dayanmadan” diye başlayan deyimleri içeren bir dil içinde büyümüşüz biz. Bu sadece bir tesadüf olabilir mi? Nesiller boyu okulda sınavlara son gece çalışmış yurttaşlardan oluşan bir toplumda yaşıyoruz. Futbol dünyamızın insanları kendi sınavlarına başka türlü mü hazırlandılar?
Yıllarını üniversitelerde hocalıkla geçirmiş bir okuryazar olarak son bir noktaya da dikkat çekmek isterim bitirirken. Toplumumuzda çok yaygın olarak bir övünç kaynağı olan “pratik zekâ” diye bir terim vardır. Sorunlara, krizlere anında tepki verme konusunda çok becerikli olduğumuzdan dem vururuz çoğu zaman. Ne de olsa tüpün olası kaçağının çakmak aleviyle kontrol edildiği bir toplumda yaşıyoruz! Ancak bu kabullenilmiş söylemin arkasında koskoca bir “teorik akıl” açığı yok mu?
Dilimizde çok sık kullanılan “kaos futbolu” terimi aslında bir “kaos toplumu”nda mümkün olabileceğini görebilmek o kadar da zor olmasa gerek. Yunancada “theoria” sonuçta meselelere genel açıdan, bir bütün olarak, hatta biraz yukarıdan bakmak anlamına geliyor. Arapça “nazariyat” da aslında aynı etimolojik mantığı sürdürüyor. Yani “pratik zekâ” ile övünmek aslında bir anlamda yüzeyselliğin kabulü anlamına da geliyor.
Toplumumuzda çok yaygın olan istikrar, devamlılık, kurumsallaşma, kurumsal akıl açığı futbol dünyasında da elbette geçerli. Takımlarımızın yerleşik, sürdürülebilir bir oyuna kavuşamamaları, ulusal takımlarımızın üst üste iki turnuvaya gidememeleri, bir maçta olağanüstü oynarken diğerinde dökülebilmeleri aslında biraz da bununla ilgili. Yani futbol kültürümüz de, toplumsal kültürümüzle gayet uyumlu gibi gözüküyor.