Siyaseti yürütebilmek için birilerini ikna etmek zorunda olmak ne kötü, değil mi? Hele çoğunluğun desteğini alarak iktidara gelebilmek! Farklı dertleri, sorunları, beklentileri, takıntıları, hevesleri olan farklı grupların güvenini kazanabilmek. Başkalarının türlü sebeplerle duydukları güvensizlikleri gidermek. Şayet becerebilirsen, yetkili yürütme konumlarına geldikten sonra, kimilerinin çıkarları düpedüz çelişen değişik kesimlerin desteğini kaybetmemeye çalışmak. Onu gözetmek, bunu kollamak, şunların yararına, bunların zararına iş yaparken bunları da toptan karşıya almama çareleri bulmak…
Ne yazık ki demokratik temsil mekanizmaları ancak bu hünerlere sahip siyasetçiler tarafından işletilebiliyor. Demokratik temsil yoluyla destek ve buna dayanarak yetki-iktidar elde etmeye uğraşan partiler bu ince işleri becerecek elemanlara sahip iseler başarılı olabiliyorlar.
Bizimki gibi, siyasî sahnedeki aktörlerin sayısının hızla, beklenmedik ölçüde arttığı yerlerde, bu mecburî inceliklere, farklı siyasî partilerin birbirleriyle ilişkilerinin tanzimi gibi bir ilave zorluk ekleniyor. “Asgarî” şartlar veya “zemin” koşullarının tanımlanması, bunlar üzerinde anlaşılması, şu partiyi işin içine katınca bu partinin fena halde hoşnutsuz kalacak seçmeninin gönlünün alınması, şu şu şu partilere asla güvenmeyen bu parti seçmeninin toplu seferberlik için gereken coşkuya nasıl sahip kılınacağının bulunması zorunlu oluyor.
Türkiye’de bugünkü iktidar koalisyonunu kendisinin bile itiraz edemeyeceği şekilde devirmek için, öyle görünüyor ki, bir tür beş benzemez koalisyonunun oluşması ve, belki daha zor, çalışması gerekiyor. Elbette önce iktidarı almak için çalışılacak. Çoğunluk rızası şart. Üstelik, iktidarın seçim ve siyasî partiler yasalarıyla oynayarak kuracağı tuzaklar ve yapacağı hileler gözönüne alındığında, bu çoğunluğun kılpayı olması yetmeyecek.
Peki, şu anda -kamuoyu araştırmalarına göre- aşağı yukarı sağlanmış görünen çoğunluk rızasının büyütülmesi, derinleştirilmesi, yalnız iktidardaki siyasîleri-yetkilileri değiştirmeye değil, bütünüyle hukuk dışı hale gelmiş, seçmen iradesinin hiçe sayıldığı mevcut rejimi de -en azından asgarî bir hukuk rejimine- dönüştürmeye elverecek dinamiğe sahip kılınması nasıl mümkün olacak?
“Güçlendirilmiş parlamenter rejim” gibi, kulağa anlamlı gelen, ama içi henüz “somut hedef” dediğimiz şeye yaraşır şekilde doldurulmamış muhayyel ortak paydadan başlayarak, muhalefetin karşısındaki sayısız somut sorunu sıralayabiliriz.
SÖZÜ EDİLMEYEN HANDİKAP
Bunlardan değil, pek dile getirilmeyen, oysa “muhalefet meselesi”nin tam ortayerine çöreklenmiş bulunan handikaptan sözetmek istiyorum: İktidar perspektifinden yoksunluk. Bunu, iktidar mücadelesinin koşullarına dair bilgisizlik olarak da tarif edebiliriz, kitlesel destek arayan demokratik mücadelenin gereklerine dair sorumsuzluk olarak da.
Türkiye’nin şu koşullarında, muhalefetin esas dinamik, hareketli, canlı, kararlı, mücadeleci ve kısmetse dönüştürücü unsurunu oluşturma iddiasındaki kesimlerin -onlara “radikal muhalefet” diyelim- iktidar mücadelesine dair perspektifi muğlak. Tamamen gerçekçi olunacak yerde, hamasî.
Radikal muhalefet, genel muhalif saflar arasında bir tür etkin maddedir. Sayıca azlığı ya da, adı üstünde, radikalliği bir yandan onu marjinalleştirir, ancak öbür yandan, sesinin gür çıkması, ataklığı, elzem durumlarda çabuk tepki verebilmesi, cesareti, baskıya alışıklığı, yılmazlığı, direnişe yatkınlığı, radikal muhalefeti olduğundan güçlü ve yaygın gösterir.
Radikal muhaliflerin en radikallerinin kısmen ortak kusuru, mevcut düzen içerisinde esas sorunların çözülemeyeceğine dair haklı tesbiti gündelik gerçekliğe siyaseti tahrip edecek tarzda uygulamak. Böylece en sıkı, kapsamlı ve radikal eylem önerilerinin toplu sonucu eylemsizlik olabiliyor. Veya aksine, güncel siyasî uğraş zaten “esas mücadele” sayılmadığı için, tavırsızlıklar, oportünistlikler araya sızabiliyor. Radikallerin bir kesimiyse, memlekette yaşanandan kopuk, kendi gündemini takip ediyor.
Değiştirici-dönüştürücü olma iddiasındaki her siyasî hareketin, güncel meselelere dair yaklaşım ve çözüm önerileri ortaya koyması beklenir. Türkiye’de radikal -özellikle sol- çizgideki hareketler herhangi bir iktidar ihtimaline hiç yaklaşamadıkları, tabiî aynı zamanda yaklaştırılmadıkları için, kendilerini güncel siyasetin kıyısında tutmayı, bazen gerek gördüklerinde içeri girip sonra tekrar dışarı çıkmayı kanıksadılar. Bu, her durumda nelerin olmaması, yapılmaması gerektiğini düzenli şekilde tekrarlayan, ama yapılacağa sıra geldiğinde ortaya geçerli öneriler süremeyen bir sözde-siyasetin kurumlaşmasına, gelenekleşmesine yolaçtı. Radikal muhalifler enerjilerinin büyük bölümünü CHP’ye birşeyler yaptırabilmeye harcadılar.
YİNE O MESELE
Fakat ne yazık ki, iktidar perspektifi diye adlandırdığımız yaklaşım-tavır bütünlüğü bu partide de yok. Yıllarını müessese içi hizip mücadelelerine hasreden Deniz Baykal, partiyi müzmin muhalefet kuruluşu haline getirdi; öyle kaldılar. Bu sözde muhalefet de aslında anti-demokratik bir sözde-hukuk rejiminin korunmasından başka hedef tanımadığı için, koca parti neredeyse devletin bahçe kapısına konmuş -uzağa konduğu için binada olan bitene de karışamayan- güvenlikçiye döndü. Devlet zaten siyaset yapılamayacak alanları tanımlamış, sınırlarını çizmiş, siyasetçilere yalnız ihale vs. işleri bırakmıştı. Dış politikanın, Millî Eğitim’in esasları belli, ekonomide tercihler açık, Kıbrıs’ta ne olacak, Kürtlere ne yapılacak, bu konulardaki kararlar MGK damgalıydı. Türk sağcısının maddî çıkarlar uğruna bunların orasını burasını tırtıklamasına -ve mazallah, kimden gelirse gelsin demokrasi yönündeki en ufak girişime- karşı dikilmek de, Deniz Baykal CHP’sinin “muhalefet” siyasetiydi.
Şimdi bu siyaseti içerikçe didiklemeyeceğiz. İşaret etmeye çalıştığım, burada bir iktidar perspektifinin yatıyor olamayacağı, çünkü siyasetin bulaşamayacağı alana ilişkin yasaklar ve tanımın üzerine herhangi bir siyasetin kurulamayacağı. Seçimle gelip gitmeyen birilerinin koyduğu kurallara dokunulmaması için siyaset yapmak, elbette siyaseti siyasetlikten, partiyi partilikten çıkaracak şeydi.
Evet, şimdi bundan farklı olmaya çabalayan bir CHP var karşımızda. Nihayet siyasete atılmaya karar veren Kemal Kılıçdaroğlu, partiyi bu işin incelikler gerektiren yoluna soktu, ilerletmeye çalışıyor. Sahiden siyaset yapmaya niyetli bir kadro, yıllanmış koltuklarıyla partinin nefes borularını tıkamış, ıskarta mermer kafalı siyaset bürokratlarıyla boğuşarak içeri temiz hava girsin diye uğraşıyor. Ancak partinin geleneğindeki yapısal handikap, uzun lafın kısası, devletin “dosyalarına” tâbiliğe varan apolitiklik, silinip temizlenmedi, silkinip silkinip ayağa kalkabiliyor.
PEKİ NASIL OLACAK?
Şimdi iki ayrı siyasetsizlik kablosunun birbirine bağlanıp oluşturduğu daha güçlü olumsuz enerjiye bakalım. İktidardan evvel, koltuğuna yapışmış, devletin müktesebatını korumayı işlev edinmiş siyasetçilerle boğuşan “avangard CHP” bir koldan geliyor, onu beslemesi, güçlendirmesi beklenen ancak daha çok, olduğu yerden yanlışlarını sayıp dökmekle yetinen radikal muhalifler öbür koldan. İkisi birlikte, biraraya getirilmesi, güvenilir halde birarada tutulması, toplu harekete geçirilmesi gayet zor olan muhalefet blokunun dinamosu, kılavuzu olabilirler mi?
Halbuki olabilmeleri gerekiyor. Bugünkü iktidarı demokratik yoldan devirme ve yerine doğru dürüst seçim, parlamentoda temsil, kuvvetler ayrılığına dayalı, hukukun sahiden hukuk, yargının sahiden yargı olduğu bir rejim kurma bakımından imkânları en elverişli parti, CHP. Muhalefet koalisyonundaki sağ partilerin sahici hukuk ve demokrasiden rahatsız olacak seçmen kitleleri görece daha geniş. Sırf Kürt sorununu hafifletme yolunda atılacak adımların koparacağı muhtemel gürültüyü kıyaslamak bile bu hükme varmak için yeter. Tabiî ki CHP’nin de Türkiye sağcısı ortalamasından daha ırkçı olup olmadığı tartışılabilecek bir destekçi kesimi var; buna karşılık demokrasi, adalet ve hukuk kavramlarını devletin temeline, “Türklüğün” böğrüne konmuş dinamit gibi görmeyen çok sayıda CHP seçmeni de var. Radikal muhalefetin adalet talebini meşru bulan, geniş alana yayan, bu kesim.
Yani eğer iktidar değiştirilmek, hukuk gözeten, demokratik bir yapı kurulmak isteniyorsa, bizzat mevcut muhalefet koalisyonu içerisinde, bu koalisyonu somut hedefler peşindeki siyasî harekete dönüştürebilmek ve en azından gerekli dönüşümün bir aşamasına kadar sağlam-güvenilir kılmak için yoğun gayretler harcanması gerekiyor.
Fakat ortalama radikal muhalif penceresinden bakılınca sahnedeki karakterlerin hiçbiri aynı safta, müttefik, beraber iş yapılabilir vs. görünmüyor! Daha fenası, onlarla iş yapılabilmesi için onların kendileri olmaktan çıkmaları, muhalifler ne olmalarını hayal ediyorsa o olmaları bekleniyor neredeyse.
Yanlış anlaşılmasın, kaygılar yersiz değil. Bellibaşlı kadroları MHP’den gelme, MHP tabanına seslenmeye mecbur bir partiye kim nasıl yakınlık duyabilecek? Mesele toplumsal eşitlik ve farklılıklara tahammül eşiğine geldiğinde Saadet Partililerle demokrat laikler karşıt konumlara mı düşecek? Kendi dışındaki şeyler ve olayların ne kadar farkında olduğu kestirilemeyen, yakın geçmişiyle ilgili en ufak özeleştiriye teşebbüs etmemiş Ahmet Davutoğlu’na kim nasıl güvenecek? Gerçi partisi şimdiye kadar demokrasi ve hukuk isteyen kimsenin sinirini ayağa kaldıracak iş yapmadı; ancak Ali Babacan tarzı “ekonomi odaklı” steril siyasetçilerden işçi hakları, yoksulluk gibi alanlarda adaletli tavır beklenebilir mi? Hepsinden önce, kararlı bir demokrat için, dönüp dolaşıp yine CHP’nin birşeyler yapmasına bel bağlamaktan daha üzücü, aşağılayıcı ne olabilir? HDP’ye oy veren pek çok insan -benim gibi-, onunla ilgili sıkıntılarını da sayıp dökebilir. Birçoğumuz, karşı karşıya bırakıldığı zulümden ötürü şimdilik bunu uygun bulmuyoruz.
Ve işte soru: Haftalık haber-yorum aktaran bir yazar olarak, bütün bu partiler ve şahsiyetlerle ilgili bir sürü laf daha edebilirim. Hangisine niye yaklaşılmaz, hangisiyle beraber adım atılmaz, sayısız gerekçe sıralayabilirim. Peki, iktidar mücadelesi sorumluluğu üstlenmiş bir siyasetçi olsam ne halt edecektim? “Bunlarla iş yapılmaz!” diyebilir miydim?
O halde, parka Nihal Atsız adı vermek gibi, kendinden vazgeçmek anlamına gelecek “dükkân sizin” artistliklerine kalkışmadan, siyasî kimliğini, kişiliğini korumayı başararak belli somut hedefler üzerinde güçbirliği yapılması nasıl mümkün olacak?
İktidar perspektifi, bu soruya verilecek tatminkâr cevaplardan örülebilir ancak.