İkizdere direnişiyle ilgili tepkileri ikiye ayırmak mümkün. Kayıtsız şartsız bu doğa katliamında yöre halkının yanında olanlar ve “oh olsuncular”. İkinci gruptaki insanlar kendilerini o kadar muhalif görüyorlar ki, AKP iktidarına oy verenleri duymak, görmek dahi istemiyorlar. Gerek şahsi Whatsapp gruplarımda gerekse sosyal medyadaki yazılara bakarak, artık işin sonuna gelindiğine ve ilk seçimde gideceklerine inananlar da ne tuhaftır ki yine aynı insanlar. Peki “karşı mahalle”den direnenlere “oh olsun” diyerek değişimi sağlamak nasıl mümkün olabilir? Kutuplaşma kavramının, artık geldiğimiz noktayı tanımlamada yetersiz kaldığı, keskin bir yarılmanın yaşandığı bir süreçte, haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı direnenlere “beter olsunlar” demek, koca bir hiçlikten başka ne getirebilir?
Reel siyaset pragmatik eylemler bütünüdür. Devrimciyseniz ya da anarşistseniz anlaşılabilir inatçı bir duruşunuz vardır: Parlamenter demokrasi içinde mücadele edenler burjuva partileridir, düzenin değirmenine su taşırlar. Burjuva hukukuna kategorik olarak karşı çıkılır vs. Ancak seçimle iktidarın değişeceğine inananlardansanız bir sonraki seçimde desteklediğiniz partinin nasıl iktidara geleceğini de düşünüyor olmanız gerekir. Erdoğan’ın memleketi olan Rize’ye bağlı İkizderelilerin %95 oranında Cumhur İttifakı’na oy vermiş olmasına kızanların, asıl olarak muhalefetin geçen 19 yıla rağmen neden hala %5’te kaldığını sorgulaması gerekiyor. Bu oranı yükseltmek için, AKP taklidi bir muhafazakarlık ya da MHP çakması bir Türkçülük stratejisi izlemenin başarılı sonuç vermediğini, en azından ana muhalefet partisinin oylarının anketlerde bir türlü artmamasından görüyoruz. Kitleye dokunma, ezilenlerin/yoksulların her daim yanında olmayı becerememe, ikna edici bir dil tutturamama kronik bir hastalık ve döngü haline geldi. Misal vermek gerekirse, Ordu’da 2006 yılında iktidara karşı seksen bin kişinin katıldığı öfke dolu fındık mitinginden sonra AKP’nin yine açık ara birinci parti olmasını, sadece insanların kaypaklığına bağlamak, problemin derinliğini göz ardı eden son derece kolaycı bir yaklaşım olsa gerek.
Görünen o ki, AKP’nin kemikleşmiş bir %25 oyu var. İktidarın nimetlerinden nemalanmış ya da komşusu, akrabası, arkadaşı bu kliantel mekanizmanın bir parçası olduğu için kendisine de sabırla sıra geleceğini düşünen, lider kültüne damardan bağlı bir kitle bu. Eski-yeni büyük sermaye grupları ve bu 25’lik bölüm hariç, AKP’nin gazabından toplumun hemen her kesimi nasibini alıyor artık. 5’li çete ve MÜSİAD/TÜSİAD sermayesinin son yıllarda artan kârlarına bakarak hallerinden memnun olduklarını söylemek mümkün. Ancak işçisinden esnafına, emeklisinden çiftçisine kadar zamanında AKP’ye oy veren/vermeyen insanlar, bir şekilde AKP’nin sistematik yoksullaştırma politikalarıyla, doğa talanıyla, insan hakları ihlalleriyle er ya da geç bir şekilde tanıştı. Tanışmamış olan her vatandaş, “15 dakikalığına da olsa” bu uygulamaları bir gün mutlaka tadacak. Bu anlamda iktidarın bugüne kadar yaptıklarını görmeyenleri, başına çok ağır bir hastalık gelmeden o hastalığın mahiyetini anlamayan ve kendisinin asla hasta olmayacağına inanan insanlara benzetebiliriz. Bu reddetme hali, ta ki hastalığın acısıyla karşılaşana kadar sürüyor. İktidarın zulmüyle, kitleleri yoksullaştırıcı sınıfsal tercihleriyle tanışınca, yönetimsel beceriksizlikler neticesinde bir yakınını Covid’den kaybedince, yaşam alanlarına müdahale edilince, aç-işsiz kalınca acı gerçeklerle yüzleşiyor insan. Son zamanlarda sokak röportajlarında feryat figan isyan edenlerin artması elbette tesadüf değil. Pekiyi nerede görülmüş bir insana bilmediği, görmediği, ya da bir türlü algılayamadığı bir “hastalığı” kaptığı için, o hastalığı daha önce geçirmiş insanların “oh olsun, beter olun” dediği? “Oh olsun” deyince bizim acılarımız, bunca yıldır çektiklerimiz daha mı azalıyor cidden?
İkizdere direnişi; Tarkan, Sezen Aksu gibi popüler figürlerin de “yeter artık” diyerek devreye girmesi, insanların kendi yaşam alanlarını savunmasının meşruluğunu göstermesi, İkizdere’ye giden HDP ve CHP milletvekillerinin etten kemikten varlıklar olduğunun somut gözlerle anlaşılması, rant yerine doğaya sahip çıkmanın önemini hatırlatması, Cengiz Holding’in devletle olan ilişkilerini AKP tabanına deşifre etmesi, hiç kimsenin bu iktidarın politikalarından azade olamayacağını göstermesi nedeniyle son derece kıymetlidir, anlamlıdır. “Aslında o köylüler başka bir köyden/beldeden/ilçeden taşlar alınsaydı susacaklardı” demek sırf bu nedenlerle yok hükmündedir.
Bu direnişe “zerre acımıyorum çeksinler cezalarını” diyen ve kendini muhalif olarak tanımlayanlara direnişin başka özelliklerini de hatırlatmak isterim. Konvansiyonel medyanın pas geçtiği direniş eylemlerinde, “duyun sesimizi” çığlıklarının sosyal medya aracılığıyla nasıl yayılabildiğini İkizdere’de bir kez daha gördük. Cep telefonlarının hayatımıza kattığı en güzel şey, -İçişleri Bakanlığı’nın kolluk güçleri şiddetinin gösterilmesine yasak koymasına rağmen- herkesin kendi medyasını yaratabileceğini kanıtlaması oldu. İkizdere’den gelen düzenli videolar, otonom bir medya kurmanın sanıldığı kadar sofistike süreçler gerektirmediğini ve yurttaş gazeteciliğinin önemini bir kez daha gösterdi. Ayrıca her yasal olan kararın meşru olmadığını da sürpriz bir bölge üzerinden hatırladık. Pandemi koşullarında yalnız başlarına direnen Kod 29 mağdurlarının dışında, son zamanlarda pek de görmeye alışık olmadığımız sivil itaatsizlik kavramıyla yeniden karşılaştık.
Ve en önemlisi İkizdere, 19 yıl sonra AKP tabanının da, yaşam alanlarına (evet daha önce Karadeniz otoyolu yapılırken ya da o otoyola karşı çıkan Avukat Cihan Eren öldürülürken, Uzungöl, Ayder bugünkü hallerine gelirken, HES’ler inşa edilirken ses çıkartmadıklarını elbette bilerek ama bunları bugün hatırlatmanın verilen mücadelelere katkı sunmayacağının bilinciyle) müdahale söz konusu olduğunda, zamanı geldiğinde susmayabileceğini ortaya koydu ve bu da sürpriz bir yerden, “memleketinden” geldi. Polisin, jandarmanın son derece sert davranması, medyanın ve siyasetçilerin konuyu hemen “terörize” etmesi elbette bu yüzden.
Günün birinde, Covid-19 kadar beter bir illet olan Kod 29 ile işinden olup direnenlerle İkizdere’de yaşam alanlarını savunanlar arasında bir köprü kurulabilirse “her şey çok güzel olacak” slogan olmaktan çıkacak. Çevre meselesine ilk dikkat çeken isimlerden biri olan Rachel Carson, 1962 yılında yazdığı Sessiz Bahar kitabında, “İnsanlar geleceği görme ve önlem alma yeteneklerini kaybettiler. Dünyayı yok ederek kendi sonlarını da hazırlıyorlar” der. Şimdilerde İkizdere İşkencedere Vadisi’nde insanlar sessiz bir bahar yaşıyorlar, sonumuzu hazırlamak isteyenlere karşı direniyorlar.
Madem ki konumuz bahar ve dolgu malzemesi için alınmak istenen dere taşları, o zaman son sözü Karadeniz türküsüne bırakalım. Türkülere konu olacak kadar değerli olan bu dere taşlarını Cengiz’e bırakır mı yahu bu insanlar?
Bu vesileyle Kazım Koyuncu’yu da anmadan geçmeyelim, çok özledik bee…
En dereye dereye da al dereden taşlari
Geçti bizden sevdaluk, al cebum, al cebumdan saçlari.
Yaz geldi bahar geldi oy açti yeşil yapraklar
Ben sana doyamadum, doysun kara doysun kara topraklar.