Bütün bu olup bitenlerde fazlasıyla ürkütücü bir yan var. IMDb’nin en çok izlenen televizyon şovları listesine 9.6 puanla aldığı videolardan söz ediyorum. Sonra ne olduysa IMDb suç örgütü liderinin çektiği bu videoları listeden çıkarmış. Belki Twitter'daki mavi tikli profilinde “Türkiye devlet görevlisi” yazan İletişim Başkanı, Kemal Kılıçdaroğlu’nu laf yetiştirmekten başka işlerinin de olduğunu hatırlayıp gerekli yerlere durumu bildirmiştir. Bugüne kadar 40 milyonun üzerinde izlenen videoların her biri büyük skandal. En sonuncusu ben bu yazıyı yazarken 10 milyon izleyiciye ulaşmıştı.
İtiraf edeyim, ilk başlarda, tahmin ediyorum ki birçoğunuz gibi bu videoları izlememe konusunda epeyce direndim. Sadece, karşımdakinin bağırarak konuşmasını, böbürlenmesini, kabadayı ağzını, abartılı tonlamasını itici bulduğum için değil. Malum, 2016’da “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri yayınlandığında kendi internet sitesinde “sözde aydınlar çanlar ilk önce sizin için çalacak” başlığıyla bir yazı yayınlamıştı. Bu yazıda, bir gün devlet işlemez hale gelirse, vatan evlatlarının önlerine bu bildiriyi alıp bizim için gerçek tehlikeli sizsiniz diyeceklerini, bizleri eşlerimizin ve çocuklarımızın yanında öldürmeyeceklerini, lüks işyerlerimize geleceklerini ve bizlerin kanlarıyla duş yapmayı unutmayacaklarını söylüyordu. Bildirinin kamuoyu ile paylaşılma tarihi 11 Ocak 2016. Peker’in bizleri kanlarımızla duş almakla tehdit ettiği yazının yayınlanma tarihi ise 13 Ocak. O tarihte kızım 8, oğlum ise 4 yaşındaydı. Sadece barış isteyen ve devleti insan hakları ihlallerine son vermeye davet eden 1128 akademisyenden biri olduğum için, çocuklarımın gözleri önünde değil ama o dönemde çalışmakta olduğum işyerimde, Cebeci yerleşkesindeki İletişim Fakültesi’nde, yani öğrencilerimin gözleri önünde vahşi biçimde öldürülmekle tehdit ediliyordum. Lüks işyerim orasıydı çünkü. Peker, yazısının başlığında bizden “sözde akademisyen” diye söz etmişti. Ama bu lafın ilk mucidi kendisi değildi elbette. Ondan bir gün önce, 12 Ocak’ta, Cumhurbaşkanı Erdoğan da “sözde akademisyen” ilan etmişti bizleri. Hatta “aydın müsveddeleri” ve “karanlık” olduğumuzu, “cahil” olduğumuzu söylemiş, bir de bizleri “devletin maaşını” almakla suçlamıştı. Hikâyeyi biliyorsunuz. Suç örgütü liderinin kanla duş alma tehdidinden hemen bir gün sonra, 14 Ocak’ta isimlerimiz ve işyerlerimiz iktidar medyasında “işte o ihanet bildirisine imza atan akademisyenlerin tam listesi” başlığıyla yayınlandı. Artık sözde akademisyen ve müstemleke aydını olmanın bir tık ötesine geçmiştik. Yıl başında yayınlanan “işte ikramiye kazanan biletlerin tam listesi” gibi bir şeydik. Tam listeydik. Televizyon ekranlarında da isimlerimiz sırayla okunuyordu. Özellikle taşra üniversitelerinde çalışan birçok arkadaşımızın odalarının kapılarına çarpı işaretleri kondu, eşyalarını bile alamadan yaşadıkları şehir terk etmek zorunda kalanlar oldu. Sadece akademik özgürlüklerimizin değil, kişilik haklarımızın da açıkça ihlali anlamına gelen bu hakaret ve tehditler karşısında, sıradan birer vatandaş olarak yapabileceğimiz tek şey mahkemeler başvurmaktı. Tahmin ettiğiniz gibi, tüm bu hakaretler ve tehditler “bağımsız mahkemelerce” ifade özgürlüğü kabul edildi. Bizler ise, yayınladığımız bildirinin içeriği Anayasa Mahkemesi tarafından “ifade özgürlüğü” kapsamında kabul edilene kadar toplam 1332 duruşma gördük. Yüzlercemiz daha sonradan beraat edeceğimiz davalardan 15 ay ila 3 yıl arasında ceza aldık. Cezası ertelenmeyen hocamız Füsun Üstel, başvurusu Anayasa Mahkemesi’nde sonuçlanana kadar, 3 aydan uzun süre hapis yattı.
Bir zamanlar, ne yer altı dünyasıyla ne de bugün o dünyaya sıkı sıkıya entegre olduğunu öğrendiğimiz kirli siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan, herkesin gözü önünde işlenen insan hakları ihlalleri karşısındaki çaresizliğini barış çağrısı yaparak aşmaya çalışan akademisyenlerin ifade özgürlüğünü görmeyip onlara yönelen hakaret ve tehditleri olağan kabul eden yargı ile bugün Sedat Peker’in kirli ilişkiler ve korkunç cinayetlerle ilişkili iddialarına kulaklarını tıkayan yargı aynı değil mi? Kuşkusuz, bu konuda yargının kendi kendine bir adım atacağını beklemek için Türkiye’nin gerçekliğinden epeyce uzak olmak gerekir. Sırf bu iddiaların soruşturulmasını sağlamak için dahi bir toplumsal muhalefete ihtiyaç var. Susurluk kazasının ardındaki kirli ilişkiler ortaya saçıldığında başlatılan “Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” kampanyası, bugün başarıya ulaşamamış olsa bile, temiz siyaset talebinin muhalefet partilerinin ve iktidarın gündemine girmesine yardımcı olmuştu. Bugün ise muhalefet partilerinin Sedat Peker’in ortaya döktüğü ilişkiler ve aktardığı olaylar karşısında çıkardığı sesin cılızlığı, bize meşru bir talep olarak dahi “temiz siyaset”in ne denli uzak olduğunu gösteriyor. Ama aynı zamanda, Peker’in itiraflarını ve siyasetçilerin mafyatik ilişkilerine dair iddialarını dile getirdiği videoların, basit bir izlence, bir tür “reality show” olarak izlenip geçilmesine zemin hazırlıyor.
Peker’in, bu videoları en azından ilk başlarda, merkezinde olduğu çıkar ilişkileri ağı içindeki yeri değiştiği ve bir şekilde kendini çemberin dışında bulduğu için lehine sonuçlanacak yeni bir pazarlık alanı açma niyetiyle çekmeye başladığını tahmin etmek zor değil. İlk videolarında yarım yamalak da olsa Barış Akademisyenleri’nden özür dilemesi de belki masum insanların kanlarında duş alma fantezisinin hadsizliğiyle izleyicisini en baştan ürkütmemek için atılmış bir adımdı. İlk bölümleri çekerken, sonrasında anlatacaklarının ne kadarını planlamıştı, neleri göze almıştı bilinmez. Ancak bu videoların son bölümlerinde anlattığı olaylar ve verdiği isimlerle olağan işlermiş gibi bizlere yansıttığı bu dünya öyle ürkütücü ki, adeta gerçek değil de bir kurmaca, yüksek reytingli bir televizyon dizisiymişçesine izleniyor. Bunda Peker’in kadraja yerleştirdiği sembollerin, anlattığı hikayelerin, abartılı konuşma üslubunun ve geri dönüşlerle aktardığı olay örgüsünün de payı var. Sedat Peker’in videoları, Sevilay Çelenk’in yazısında belirttiği gibi, “olayları gerçekle kurmacanın iç içe geçtiği bir düzlemde yaşayan” izleyiciyi ekran başında tutma konusunda epeyce başarılı. Bir zamanlar Kurtlar Vadisi dizisinin yayın saatinde sokaklar boşalır, ertesi gün işyerlerinde dizinin son bölümü konuşulurdu. Bunun gibi, basında, sosyal medyada günlerce, ta ki yeni bölüm yayınlanana kadar Sedat Peker’in videoları konuşuluyor. Faili meçhuller, uyuşturucu ticareti, rüşvet, kara para aklama, biz sıradan insanların hayatlarında bir yeri olamayacak her türlü karanlık ilişki birer birer ortalığa saçılırken, öyle görünüyor ki, videoların kamuoyundaki popülerliği iktidar tarafından hiçbir somut adım atılmaksızın geçiştirilebilecek bir dalgaymış gibi değerlendiriliyor. İfşa edilenler, bu videolarda yer alan iddialar, o kadar korkunç, o kadar büyük suçlar ki, sıradan izleyicinin kendi gündelik gerçekliği ile bu videolarda anlatılanlar arasında bir ilişki kurması çok zor.
Bir yerlerde, “bırakın konuşsun”, “bırakın izlesinler” diye kararlaştırılmış olmalı. Videolara erişimin engellenmesi konusunda henüz atılmış bir adım yok. Peker’in suçlamalarına konu olan isimler, Süleyman Soylu, oğlunun adının geçmesi dolayısıyla Binali Yıldırım, kendilerini savunmak adına açıklamalar yapsalar da iddialar konusunda başlatıldığını bildiğimiz bir soruşturma yok ortada. Ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan, ne de her konuda konuşan Devlet Bahçeli’den bu iddialar karşısında bir açıklama gelmiş değil. Diğer yandan, muhalefetten ve kamuoyundan güçlü bir tepki yükselmedikçe, her bölüm bir yenisi yayınlanana kadar konuşulup unutulacakmış gibi duruyor. Muhalefete gelince, şimdiye kadar Süleyman Soylu’nun istifa etmesini ya da soruşturma sonuçlanıncaya kadar görevden alınmasını talep etmekten başka pek bir şey yapmış değiller. Sanki açığa saçılan ifrazat sadece bundan ibaretmiş gibi. Oysa bugün muhalefet, gerçekten demokrasi ve adalet talebinin hayata geçeceği bir siyaset vaadiyle iktidara gelecekse, bu video izlemekle değil, bütün bu karanlık ilişkiler ağının “tam listesini” istemekle mümkün olacak. Neredeyse 30 yıldır Uğur Mumcu suikasti aydınlatılsın diye çabalayan Güldal Mumcu’nun “Çekin tuğlaları, yıkılsın duvar, altında kim kalırsa kalsın” çağrısına kulak vermekle…