İki haftadır cumartesi yazılarında, güncel gelişmelerin ışığında
yakın dönemde siyasetin nasıl şekilleneceğini tartışmaya
çalışıyorum. Yeni Ekonomik Program, partilerin yerel seçim
stratejileri, dış destek arayışları gibi gelişmeler tabloyu
tamamlıyor. Birbirini destekleyen gelişmelerle rota iyice
belirginleşmeye başladı. Çok genel hatlarıyla yakın dönemin
siyaseti, ekonomik kriz konjonktürü ve iktidarın buna karşı
geliştirdiği politik programla şekillenecek. Hem somut gelişmeler,
hem de iktidar sözcülerinin söz ve eylemleri bunu işaret ediyor. Bu
biçimlenme büyük ölçüde, hatta tamamen iktidar eliyle ve
kontrolünde olacak gibi. Bunu değiştirebilecek, zorlayacak bir
başka aktörü veya hamleyi, hatta hazırlığı bile pek görmüyoruz.
24 Haziran için alınan erken seçim kararının, gelmekte olan
ekonomik krizle ilişkisini artık tartışmaya bile gerek yok.
İktidarın krizi ileriye itip seçimi erkene alarak yaptığı hamleyle
istediğini aldığı, beklediğinden bile fazla avantaj sağladığı sır
değil. Ne kadar kontrollü olduğu ve hesaplandığı gibi gelişip
gelişmediği tartışılsa bile, Brunson meselesi sayesinde de,
ekonomik krizin zamanlaması ve daha önemlisi siyasi olarak
karşılanabilmesi için iktidarın bir fırsat yakaladığı anlaşılıyor.
Kriz şokunu dış ekonomik saldırı olarak isimlendirmek ve bunu kabul
ettirmek, McKinsey veya dış destek gezileri gibi tartışmalı artçı
hamlelere rağmen elverişli bir başlangıç pozisyonu üretti.
Brunson meselesinin ekonomik saldırı olarak kodlanması ve kur
krizinin bu başlıkla tescil ettirilmesi zor olmadı. Ekonomi
elitleri - ister endişelerinden, ister aldıkları garantilerden
olsun - durumlarını sürdürebilmek için boş kağıda destek imzası
atarak, ana muhalefet - çaresizlikten mi, basiretsizlikten mi
bilinmez- yerli-milli baskısıyla, ortalama iktidar seçmeni de
parçası olduğu krizin sorumluluğu ile yüzleşmeye hazır olmadığı
için bu paketi satın aldı. Bu isim ve marka altında kabul gören
paket, sonradan yapılan bütün zıt uygulamalara rağmen halen
yürürlükte. "Hani ekonomik savaştı, kim bu McKinsey", "hani Nazi
artığıydı, nasıl oldu Merkel dostluğu" sözlerinin fazlaca bir
karşılığı yok. Çünkü bunu diyebilmek için, önce bu paketi kabul
etmemiş olmak gerekiyor.
Rakamlarla etkisi somutlaşan, iyice gündelik hayatta
hissedilmeye başlayan ekonomik krizin toplumsal ve siyasi sonuçları
konusunda iktidarın öngörüsü: Hâlâ "idare edilebilir" olduğu. Krizi
adlandırma ve gündem belirlemede sağladığı erken kontrol, bu
konudaki iyimserliğini besliyor. Elbette, bu konjonktürde kendisini
zorlama ihtimali olan iç ve dış bütün odakları da, şimdilik
hareketsiz tutabiliyor olması önemli avantaj. "Merhabalar nasıl
gidiyor arabalar" rahatlığını sağlayan da bu. Evine giren gelirin
azalması, elinden çıkan paranın artması karşısında önünde bir
alternatif olmayan, başka bir gündemin kurulduğu bir alan göremeyen
vatandaşın, "bunu da atlatırız"a ikna veya razı edilmesi de
şimdilik zor olmuyor.
İktidarın ekonomik krizle ilgili olarak, ekonomik muhataplarına
nasıl faturalar çıkartacağı, nasıl garantiler verdiği ve vereceği
de yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Enflasyonla mücadeleyi zabıtalara
devretmek, endişelilere politik taahhütler vermek gibi "ekonominin
gerçekleriyle ilgisiz" icraatın yanı sıra, yük paylaşımında da
gelir adaletsizliğiyle aynı kriterlerin kullanılacağı anlaşılıyor.
Bunların yaratacağı rahatsızlığı "idare edilebilir" sınırda tutmak
için en elverişli araç, siyasileştirme. İktidar, ekonomik krizi en
güçlü olduğu, en kolay yönetebildiği alana çekerek karşılamak
istiyor. Bunun birinci ayağı, "dış saldırı" ve "bizden
vazgeçemezler" sarkacında halledildi. Pek çok meselede olduğu gibi
sorun iktidardan tamamen bağımsızlaştırılarak 'dış etkiye",
psikolojiye, algıya, düşmanlara bağlandı. Şimdi tam tersi adımlar
atılsa da, bu politik savunma hattı fazla hasar almamış
durumda.
Ekonomik krizi siyasi programla karşılamanın ikinci ayağı olan
muhalefet ve direnç alanlarını sıkıştırma hamleleri de peş peşe
geliyor. 3. Havalimanı işçilerine dönük yıldırma girişimleri,
oğluna pantolon alamadığı için intihar eden işsiz haberini yapan
gazeteciyi gözaltına almak raslantısal olmadığı gibi, daha
kötülerini görmek de sürpriz olmayacak. Meseleyi "başka" gündeme
taşıma riski olan ekmek-emek hareketlilikleri -hesapta normalleşme
isteyen- ekonomi elitlerinin de zımni onayıyla daha sert
karşılanacak. Fakat, bu hafta ortaya çıkan bazı işaretler, fazla
rahatsızlık vermiyor olsalar da muhalefet partilerinin de, medyanın
da yeni hedefler olarak gündeme geleceğini gösteriyor. Çünkü
muhalefet ve medya, rahatsız edici faaliyetleri olduğu için değil,
siyasileştirmede gerekli özneler olarak hedefe yerleşiyor.
Bu çerçevede, Erdoğan'ın Beştepe'de imamlara yaptığı konuşmada,
yine "ahır yapılmış camilerden", "Allah'ın adının yasaklandığı
günlerden" bahsetmesi ve her zorlukta sığınılacak yer olarak
"camileri" işaret etmesi, siyasi programın kültürel-ideolojik
sınırını da çiziyor. Dış melanetlere karşı kurulan milliyetçi
bariyerin yanına, "bizim de Allahımız var" şükür ve tevekkülü
ekleniyor. Üstelik de, "McKinsey'i tartışmak ihanettir" diyebilecek
bir fütursuzlukla. Erdoğan'ın medya için "geçti o dördüncü kuvvet
işleri" sözleri de, basın konusundaki vizyonunu ve ihraç arzusunu
gösteriyor. Küçük ortak MHP ise, iktidarın yerel seçim stratejisini
muhalefeti engellemek olarak çizerken, kendi hareket alanında da
daha aksiyoner bir tarza yöneliyor. Meral Akşener'in evinin önünde
yapılan gösteri, kendiliğinden olabilecek bir eyleme hiç
benzemiyor.
"Normal şartlarda" kriz atmosferinde yerel seçime gidiliyor
olduğu için endişeli olması beklenecek iktidar, siyasileşmenin
yönünü kontrol ederek riski avantaja çevirmeyi deniyor. Defalarca
bunu yapabilmiş olmanın ve ilk adımları itibarıyla da istediğine
yakın karşılıklar almanın rahatlığıyla davranıyor. İYİ Parti
örneğinde açık biçimde görüldüğü üzere, "yapıcı muhalefet" ve aynı
gemide olmayı kabul etmenin iktidarın bu siyasileştirme biçimini
etkileme olasılığı son derece düşük. McKinsey veya başkaları
aracılığıyla yürürlüğe girecek ve ekonomi elitlerine yeterli
gelebilecek "normalleşmelerin" de bunu değiştirmesi zor. Eğer başka
türlü bir siyaset gündemi kurulamazsa; iktidar, kriz ihtimalini
kullandığı gibi, krizin kendisini de avantaj haline getirebilir.
Erdoğan'ın AB ile ilşikiler için gündeme getirdiği "referandumlara
alışmalıyız" sözü de, seçimle yönetilen siyaset konforuna
alışkanlığı ve bağımlılığı gösteriyor.