Seçimlere 24 gün kala bu yazıyı yazma amacım 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce üniversitedeki dersimde edindiğim öznel bilgi birikimi üzerinden, bugün iktidar ve muhalefet arasında yaşanan özel bir refleksin sonuçlarını sizlere gösterebilmek. Ama önce dersi anlatmalıyım...
Başlığa bakıp, derdimin birilerine haddini bildirmek olduğu yanılgısına sakın kapılmayın. Gerçekten de 10 yıl boyunca, bir üniversitede verdiğim “Sinema ve mimarlık: İktidar ve mekanın yeniden üretimi” isimli dersimi anlatacağım. Anlatacağım, son senemde, bir otorite figürü olarak kendimi de dersin konusu haline getirişimin ve hoca ile öğrenci arasındaki iktidar ilişkilerini, öğrencilerle beraber analiz edişimizin hikayesi.
Ders, 7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen önceki bahar dönemindeydi. İki yıl önceki Gezi Direnişi halen akıllardaydı. Muhalefet, görece ortak davranıyordu; HDP, ilk defa parti kimliği altında seçimlere katılıyordu ve en önemlisi de, tıpkı şimdi olduğu gibi AKP iktidarının sarsılmazlığı hakkında şüpheler vardı. Kısacası, dönemin siyasi ortamı, bir “mikro toplum” olarak, ülkenin değişik coğrafyalarından gelen, farklı kültürel ve siyasi değerlere sahip öğrencilerin toplamından oluşan dersin kendisinin eleştirel bir sorun alanı olarak ele alınmasına çok uygundu.
Seçimlere 24 gün kala bu yazıyı yazma amacım ise o derste edindiğim öznel bilgi birikimime dayanarak, bugün, iktidar ile muhalefet arasında yaşanan ve Erdoğan – AKP iktidarının, Gezi Direnişi’yle başlayan, 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL boyunca keskinleşen özel bir refleksinin sonuçlarını sizlere gösterebilmek.
Ama bunu yapabilmek için önce dersi anlatmalıyım.
BİR KAPATILMA MEKANI OLARAK ÜNİVERSİTE
Üniversiteler de, Foucault’nun bahsettiği tımarhaneler, hapishaneler, fabrikalar gibi iç ve dış yaratan, ancak kartla girilebilen (fabrika işçilerinin kart basması gibi) kapatılma mekanlarıdır. Ortak mekanların (kimileri buna şimdiden derslikleri de dahil etti) kameralar ile izlenmesindeki amaç, bir güvenlik meselesinden daha çok, disiplin altına almak ve ehlileşmiş öğrenci özneler yaratmaktır. Tabii ki, bunun aynısı akademisyenler için de geçerli.
Burada önemli olan, sadece görünür iktidar ilişkileri değil, böylesi kurumların ürettiği bilgi, söylem ve pratikler ile kişilerin kendileriyle kurdukları ilişkiyi yeniden şekillendirmeleri ve kendilerine dayatılan tembel-çalışkan, başarısız-başarılı, kötü-iyi öğrenci gibi özne ayrımlarını kabullenmeleridir. Böylelikle, normal olmayan ile olanın keskin bir biçimde tarif edildiği bir normalizasyon toplumu içinde yaşar oluyoruz.
DERSİN İÇERİĞİ
Dersin amacı, mekanı sadece dört duvarı olan bir oda olarak gören öğrencilerin, ”coğrafya” ölçeğinden, “yer” ölçeğine ve nihai sınırlarımızı belirleyen “beden-mekan”a kadar, çeşitli iktidar mücadelelerine sahne olan, toplumsal, kültürel, etnik ve cinsel kimliklerin çatıştığı bir varoluş alanı olarak anlamalarını sağlamaktı.
Dersin içeriğini daha iyi anlayabilmeniz için her hafta izlenen filmlerden birkaçını sıralayım: “The Island of Dr. Moreau” ile mutlak hükümdar-babanın kardeşler tarafından öldürülüşü ve kardeşler arasında yeni ve çoklu iktidar ilişkilerinin oluşması; “The Truman Show” ve “The Island” ile mekan - zamanın yönetimi; “Lost In Translation” ile toplumun, mekana nasıl gömülü olduğu; “Die Welle ile otokrasinin oluşumunun siyasi ve ekonomik koşulları; “1984” ve “Gattaca” ile de özne-bedenin imal edilişi konuları ele alınmaktaydı.
İKTİDARIN MEKANI OLARAK BİR DERS
Üniversitelerin normlarının, ehlileştirme ve cezalandırma yöntemlerinin en yoğun hissedildiği mekanlar, dersliklerdir.
Her dersin, bir hocanın belirli bir gün ve zaman aralığında, bir konuyu anlatması ile öğrencilerin derse katılım ve final sınavında başarılarının değerlendirilmesi temelinde oluşan bir yapısı vardır. Ancak dersi veren hoca, yoklama alma, kuralları uymayanı dersten çıkarma, gerekirse disipline verme, geç kalanı derse almama ve en önemlisi not verme gibi yetkilerle donatılmış bir hükümdar-baba figürüne oldukça yakındır.
Bu figürün üretilme süreçleri şunlardır.
1. Dersliğin kendisi, dersin mekan ve zamanını (süresini) örgütleyen, basit bir işlevsel ya da kullanıma yönelik bir kurgu değil, hoca ile öğrenci arasındaki iktidar ilişkisinin kurulduğu ve özne öğrencinin kendi kendini disipline etmesini sağlayan bir düzenektir.
2. Dersin süresi, istenildiği gibi girip çıkılamayan özel bir zaman alanı oluşturur.
3. Her derslik, benim dersimi yaptığım anfi de dahil olmak üzere, bir tarafta öğrencilerin oturduğu sıralar, tam karşısında da hocanın masa ve sandalyesinin bulunduğu bir düzendedir. Dersliğe bu ikili ayrımın ortasındaki boşluktan girilmesi, bunu daha da vurgular.
4. Hoca ile öğrencilerin bu şekilde karşı karşıya gelmesi, öğreten ile öğretilen, eğiten ile eğitilen, bilen ile bilmeyen özneler kabulünü sağlar.
5. Kurgu iki taraflıdır. Öğrenci, kendisini “bilmeyen özne” olarak kabul ettiği kadar, hoca da kendisini “bilen özne” olarak kabul eder ve ilişki bu temel üzerinden kurulur.
İKTİDAR OYUNLARI ÜZERİNE BİR DERS
İlk dersimin konusu, 1215’de İngiltere Kralı John’un imzaladığı, Büyük Sözleşme ya da Senet denebilecek ve tarihin yazılı ilk anayasası olan Magna Carta idi. Magna Carta ile kral, mutlak yönetiminin bazı haklarından feragat ediyor ve kendi iradesinin, kanunlar tarafından sınırlanmasını kabul ediyordu.
Benzer bir şekilde, biz de öğrencilerle beraber herkesin üzerinde uzlaştığı bir “toplumsal sözleşme” oluşturduk. Sözleşmede, iki tarafın da yerine getirmesi gereken sorumlulukları olacak ve eğer iki taraftan biri anlaşmayı bozarsa, örneğin sınavda anlatmadığım bir şeyi sorarsam (bu örneği özellikle defalarca vurguladım), buna itiraz etme hakkı olacaktı.
Ders, seçmeli bir dersti ve diğer seçmeli dersler arasından, kendi rızaları ile tercih ettiklerine göre yoklama alınmayacak, hatta ara sınav dahi yapılmayacaktı. Böylelikle devamsızlıktan bırakma hakkımdan feragat ediyor ve nota dayalı öğrenme baskısını hafifletiyordum. Derse zamanında başlayacak ama uygun bir gerekçe varsa tolerans gösterecektim (ne yaratıcı yalanlar duydum). Ayrıca, film izlendiği esnada yiyecek ve içecek serbestti, çıkarken çöplerini temizlemeleri şartıyla.
Artık nasıl bir özne öğrenci değil, bir birey olarak derse kendi tercihleri ile geleceklerse, benim de bir birey olarak anlattıklarımla, onların derse olan ilgilerini çekme ve meraklarını uyandırmam gerekiyordu.
İlk olarak her şeyi bilen hükümdar-baba figürünü yok etmeliydim. Bunu her ders parça parça ve öğrenciden gelen tepkilere göre, biraz da el yordamıyla yaptım.
Dersin kontenjanı 60 kişi idi ve dönem boyu 20 kişilik çekirdek bir kadro ile derse devam edildi. Aslında bu, bir tartışma dersi için çok daha ideal bir sayıydı. Diğerleri ise, toplumsal sözleşme gereği, gelmeme haklarını kullanmışlardı.
Bir öğrenci bir defasında, derse gelmeyenler final sınavından geçecek olurlarsa, bunun kendilerine yapılacak bir haksızlık olacağını iddia etti. Her şeyi başarıya ve niceliğe göre belirleyen bir dünyada, “kendilik kaygısı”nın yerini, “yüzde 70 devam ve not ekonomisi kaygısı” almıştı.
Eğer gelmediği halde geçebiliyorsa, bir insan neden derse gelsin, ya da bedeni derste, aklı başka yerde olan birinin derse gelmesine ne gerek vardı ki? Bu bir tercih meselesi idi ve öğrenci gibi davranan, öğrenci olur; kendi tercihiyle, ilgi ve merakla gelen bir birey olurdu. Bu dersin amacı, sadece bir arkadaştan alınacak kuru ders notlarını öğrenmek değil, 'şimdi ve burada'yı beraber yaşayarak bir şeylerin farkına varmaktı.
Dönemin ortalarında, “ben” ve “öteki” kavramlarının nasıl imal edildiğini tartışıyorduk. Bir noktada, Güneydoğu Bölgesi’nde mekana gömülü olarak yaşayan insanların oranın dağları, ormanları, nehirleri gibi bölgenin ayrılmaz bir parçası olduğu konuşuldu. Kürt halkı, Türkiye’nin diğer tüm halkları gibi bu ülkenin bütününe dahildiler ve devletin bekasını koruma söylemi, aslında ülkenin bölünme tahayyülünün görünmeyen başka bir yüzü idi.
Bunun üzerine, Kürt olduğunu bildiğim bir öğrenci sahneye gelmek istedi. (Ders süresince böyle bir istek ilkti ve iktidar alanımı seve seve ona bıraktım) Daha önce evinde hep Kürtçe konuşulduğunu ve ilkokula başladığında, Türkçeyi öğrenmekte ne kadar zorlandığını anlattı. Sınıf, birden çok gerildi. Hatta en öndeki bir öğrenci, yerini değiştirdi ve üç sıra geriye geçti. Kendisinden, sözlerini, bu defa kendi anadilinde tekrarlamasını istedim. Ben de hayatımda ilk defa birinci ağızdan ve çok akıcı Kürtçe konuşulduğunu duyuyordum. Beş dakika kadar konuştu ve “Sanırım arkadaşların ne demek istediğini şimdi anlamışlardır” diyerek yerine geçmesini istedim.
Bu olay, kendilerini “ben” olarak tarif edenlerin (ben dahil), birden bire “öteki” oldukları ve çaresiz hissettikleri an idi. O günden sonra, her zaman bir köşede tek başına oturan o öğrencinin yanına, başka öğrenciler de oturmaya başladı.
En sonunda 14 hafta bitti ve final zamanı geldi. Ama son bir dersleri kalmıştı. Sınav boyunca onlara 'hükümdar-baba'nın nasıl bir şey olduğunu gösterdim. İlk başta şaka yaptığımı zannettiler ama çok ciddi idim. Herkese sıralarında düzgün oturmasını emrediyor, tam hizada oturmayanları 5-10 cm sağa sola kaydırıyor, masa üzerinde kalem ve silgi dışında en ufak bir şey bırakanları azarlıyor, gözü yanındaki arkadaşının kağıdına biraz kayanın hemen yerini değiştiriyordum. Sınıfa mutlak bir sessizlik hakim oldu ve herkes başları önüne eğik, soruları cevapladı. O an, öğrenciler benim için sadece aramızda hiçbir ilişkinin olmadığı, koşulsuz tahakkümümüm altındaki bedenlerdi.
Sınavda üç soru sordum:
1. Bir sinema salonunun nasıl olması gerektiğini, şematik bir plan ve kesitle açıklayınız.
3. Ders süresince, en çok ilginizi çeken konuyu yorumlayınız.
Dersi düzenli takip eden ve” toplumsal sözleşme” kavramını 14 hafta boyunca, adım adım sindirmiş olanlar, ilkine hiç cevap vermemiş ve ikinci soru için özetle “Böyle bir konu işlenmedi ve toplumsal sözleşme gereği bu soru sorulamaz” demişti. Diğerleri ise ilk soru için detaylı şemalar çizmekle boğuşmuşlardı. İkinci soru için ise “Film başlamadan ve zamanında salona girilmeli ve kimseyi rahatsız etmeden sessizce film izlenmelidir” benzeri cümleler çoğunluktaydı.
YOK HÜKMÜNDE
Peki, bir mikro toplum olarak derste yaşananları bugünün siyasi ortamına taşırsak, nasıl bir manzara ile karşılaşırız?
Modern iktidarın geleneksel hükümdardan farkı, yaşamı destekleyerek üretken özneler imal etmesidir. Hükümdardan farklı olarak, öldürmek değil yaşatmak üzerine kuruludur. İktidar, normları içselleştirmiş üretken özne-bedenlerin yeteneklerini geliştirmek, daha verimli ve uysal kılmak ve ekonomik sistemle bütünleştirme amacını güder. Ancak, tıpkı anlattığım derste olduğu gibi, bu ilişki tek yönlü değildir. Karşı tarafın kurallara rıza gösterme hakkı olduğu kadar, reddetme ve direnme hakkı da vardır. Bu haklar, iktidar oyunlarının temel ve ön şartıdır. Eğer bunlar yoksa, bir iktidar ilişkisinden ve hatta iktidarın kendisinden bahsedilemez.
Tekrar en başa, 24 Haziran seçimlerine dönelim. İktidar da muhalefet de resmi ittifaklar kurdu; Millet İttifakı’na dahil edilmeyen HDP’nin bir yandan kilit parti olduğundan söz ediliyor; muhtemelen resmi olmayan gizli anlaşmalar yapılıyor ve muhalefet birleşerek 16 yıllık Erdoğan ve AKP iktidarına son verme çalışıyor. Yani ortalıkta bir sürü iktidar oyunu var ve bir seçim sürecinde doğal olanı da zaten budur.
Cumhurbaşkanı ve AKP Başkanı Erdoğan ise bambaşka bir haletiruhiyede görünüyor, hiçbir iktidar oyununa dahil olmak istemiyor ve onun için her şey yok hükmünde gibi.
1. “Bunların derdi beni indirmek” diyerek, konuyu kişiselleştiriyor ve muhalefet onun için yok hükmünde.
2. Doların yükselişini, kendini koltuğundan indirmek isteyen dış güçlere bağlıyor ve kur artışı onun için yok hükmünde.
3. Yurtdışı derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu düşürdüğünde, onun için yok hükmünde.
4. AB kararları onun için yok hükmünde.
5. AİHM kararları onun için yok hükmünde.
6. AYM kararları onun için yok hükmünde.
7. Eğer kaybederse, seçim sonuçlarını tanımayacağı yönünde şüpheler var ve bir yandan A, B, C seçeneklerinden bahsediyor; yani seçim de onun için yok hükmünde.
Erdoğan 16 yıl önce doğrudan iktidara geldi ve hiç muhalefette olmadı. Gerçekte ikili iktidar oyunları hakkında bir bilgisi yok. Özellikle Gezi Direnişi, 15 Temmuz ve OHAL ile her türlü toplumsal muhalefete hiç tahammülü kalmadı ve hepsini, kellesi vurulması gereken teröristler olarak ilan etti. Erdoğan, iktidar oyunlarına katılmaktan özenle kaçınıyor ve oyuna katılmayarak aslında kendisini yok hükmünde kıldığının farkında değil.
Seçimin sonucu hakkında bir yorum yapamam ama Erdoğan, bu seçimi kazansa da, kazanmasa da, artık siyasi bir özne olarak yok hükmündedir.