Ali Duran Topuz’un kullandığı “anti-hukuk” kavramı, ‘hukuka aykırılık’ ile açıklanamayacak durumların anlatılabilmesi için kolaylık sundu. Giderilebilir bir durum olan ‘hukuka-yasaya-anayasaya aykırılık’ istenen bir hal olmasa da, olağandır. Mahkemeler de bu yüzden var, aykırılıkların saptanıp ortadan kaldırılabilmesi ve asgari adaletin sağlanabilmesi için. Oysa bir hukuk kuralına uyduğunu savunarak, o kuralın hedeflediğinin tam tersi sonucu elde etmeye çalışmak, kolay başa çıkılabilir bir durum değil.
Bir de sanırım anti-hukuk ile dahi açıklamanın zor olacağı bazı işler var. Ne hukuka aykırılık, ne uyar gibi yapıp kuraldan beklenen yararın tersi sonuç elde etmek. Hiçbir biçimde ‘umursamamak!’ Bir kuralı, bir ilkeyi, bir teamülü, bir anayasa ya da ceza hükmünü...
Bunu nasıl adlandırmalı bilemiyorum. Askıya almak, olabilir. Anayasasızlaşma, olabilir. Kullananlar var malum. Cezasızlık kültürünün doğal sonucu, denilebilir. Tümünün bazı yanlarını bulmak mümkün, insanı hayrete düşüren bu ‘yokmuş gibi davranma’ tutumunda. Belki de çoğu zaman yapılması gerektiği gibi, hukuk dışında alanların terminolojisine de başvurmak gerekiyor.
Devletin bir bütün olarak; yasama, yürütme-idare ve yargı organlarının olması gerekene ‘kulak asmaması’ durumu. Söz konusu gerçek, günlük hayatta gözlemleyebildiğimiz kadar gözle görülür halde. ‘Hukuk devleti’ ve ‘demokratik devlet’ ilkelerinin temelinde yer alan (devlet uygulamalarının yurttaş bakımından öngörülebilir oluşu) sacayakları, baş aşağı edildi. Öngörülebilirlik, ‘yasa karşısında eşitliğin’ zorunlu sonucudur aynı zamanda. Yurttaş, idari ve yargısal pratikleri öngörebilmeli.
Şu anki ‘umursamama’ durumunda ise, evet yine bir öngörülebilirlik söz konusu; ancak öngörülen ilke, yasa karşısında eşitsizlik! Hukuk devleti ilkesinin yaratmaya çalıştığı kamusal değerin, tam tersi.
Adını koyarak ilerleyeyim: Halihazırda, haklarının çoğuna el konulmuş olsa da henüz yurttaşlıktan çıkarılmamış ya da neyse ki ‘sabun yapılmamış,’ yani hukuken ‘yurttaş’ sıfatıyla tanımlanan biri olarak, şunu çok iyi biliyorum: Sırtını iktidar partisine dayamış, onunla bağı devam eden, ezcümle ‘ümmetin’ ve ‘cumhurun’ makbul mensubu bir yurttaş, herhangi bir hukuk kuralıyla bağlı hissetmiyor kendisini. Daha da açayım: Bu insanlar, örneğin bir “KHK’li muhalif” sıfatıyla tanımlayabilecekleri bana, her şeyi yapabileceklerini ve başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini düşünüyor. Koşullar, onların bunu düşünmelerine izin veriyor. Aksini iddia edecek olan yoktur sanırım.
Durum bu kadar açık aslında. Misal, iktidar gücünü arkasına almış bir ensesi kalın beni yolda durup dururken darp edebilir. Evet, bu kadar feci bir şey yapabilir. Başına hiçbir şey gelmeyecektir. Mahkemenin “hiddetli bir elemin etkisiyle darp” deyivermesi, kimi şaşırtır? Hiç kimseyi. Nitekim aylar önce korumalar, trafiği engelleyen devletluya itiraz eden bir avukatı dövdü ve dayak yiyen avukata soruşturma-dava açıldı! Bu kadar. Bizler, bize saldırmak isteyecek o yandaşların elinin kiriyiz. Öyle görüyorlar.
Daha da akılda kalacak bir örnek vereyim dilerseniz: Şu anda Sedat Peker, Türkiye’nin tüm muhalif akademisyenlerinin toplamından daha itibarlı bir yurttaş mı? Bana kalırsa, evet. Daha ne diyeyim bilmiyorum!
Sırtı sıvazlanan bir yandaş, diyelim işe girmek istediğinde, sınav geçme kaygısı olur mu? Hayır. Akademide yükselme derdi? Hayır. Bir devlet dairesinde işinin bekletilme ihtimali var mı? Hayır. Bürokraside kim yükselir ve iyi yerlere tayini çıkar? O yükselir. Onunla bir ihaleye girersem, kim alır? O alır. Trafikte tartışırsam polis kime ceza yazar? Bana. Hakim karşısına çıksak, ileri derecede bağımsız yargının kimin lehine karar verme ihtimali daha yüksek? Onun lehine.
Nereden çıktı şimdi bu sorular derseniz, uzun süredir tanık olduğumuz ‘umursamama’ halinin giderek daha görünür, günlük yaşamda karşılaşılır olmasından sanırım.
Bir iki güncel örnek:
İstanbul’da yaşadığımız sitenin açık otoparkı var. Yaklaşık bir yıldır, o otoparkta sürat yapan iki üç araç gözlemliyorum. Çoluk çocuğun gezindiği, yaşlıların olduğu bir yerde, hayli pahalı bazı araçlar deli gibi bir hızla giriş çıkış yapıyor. Olacak iş değil. Geçen gün çalışanlardan birine bunların kim olduğunu sorduğumda, hiç şaşırtmayan bir yanıt aldım. Hayli yandaş bir avukatmış. Şunu düşünüyor tabii insan: Bana çarpsa, başının derde girmeme ihtimalinin yüksek olduğunu gayet iyi biliyor. Kollanacak. O kibrin ve insanları rahatsız etmeyi umursamamanın nedeni bu. Evet, umursamıyor. Diğerleri, biz ölümlüler hiç ama hiç değer taşımıyor gözünde. Kanun önünde eşitliğin, yandaşların eşitliği olduğunu biliyor kuşkusuz. Kendisinden beklenen kamu yararını sağlamaya yönelmiş bir hukuk kuralıyla karşılaşmayacağının farkında.
Yine üç beş gün önce, eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşinin bir videosunu seyrettim. Çok kızgındı ve mikrofona hararetle bir şeyler anlatıyordu. Anlaşıldı ki, villasında kaçak bir kısım inşa edilmiş ve Üsküdar Belediyesi’nin uyarısına aldırmadığı için yıkılmış. Sorun buymuş. Sonrasında, sevgili Ünsal Ünlü’nün yayınından konunun ayrıntılarını da öğrendim. Orada üç villaları varmış meğer. Yüce Rabbim verdikçe vermiş anlayacağınız.
Bunca yıldır herhalde herkes, siyasal İslamcı ‘mağduriyetinin’ bitip tükenen bir olgu olmadığını fark etmiştir. Tepemize göktaşı düşse, bunu Müslüman’a zulüm diye pazarlar ve uzay boşluğu ile İsmet İnönü ya da HDP arasındaki bağı ortaya çıkarmaya çalışırlar. Bir siyasal İslamcı her zaman ve her gelişme karşısında mutlak biçimde mağdur olandır. Hanımefendinin feveranını dinleyince gayriihtiyari “Allah başka keder vermesin,” deyiverdim. Hakikaten bir villanın bahçesindeki kaçak kısmın yıkılması, şu devirde, Müslüman’a ne zulümdür böyle!
O hanımefendi herkes açısından bağlayıcı bir hukuk kuralıyla yıllardır ilk kez karşılaşıyor muhtemelen. Tahmin ediyorum şaşkınlığının ve kızgınlığının nedeni buydu. “Ne yani, bize de mi hukuk!” ifadesiyle özetlenebilecek bir ruh hali, tavır, özgüven. Peki, eşi hâlâ bakan olsaydı, o yıkım gerçekleşir miydi? Hayır, kesinlikle hiç kimse dokunamaz, aklından dahi geçirmezdi.
Güncel örnek bol!
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı tarafından İçişleri Bakanı atanan şahıs bir TV programında, sunucunun ‘beraat eden KHK’lilerin neden işlerine iade edilmediği’ sorusuna, yani sıradan bir ‘anayasa’ hatırlatmasına; “...elbette güvenmeyeceğim, herkes devletin içine girmek zorunda mı?” şeklinde yanıt vermiş. Harika! Ardından AYM’yi de eleştirmiş ki, daha da güzel: “Her şeye AYM’nin gözüyle bakıyor değilim, kimse kusura bakmasın.” Yok yahu ne kusuru, dükkan senin!
İşte ‘hukuk’ ile nadiren karşılaşan iktidar mensubuna olağanüstü güzel bir örnek. Anayasa’nın temel ilkeleri ve AYM kararı zerrece umurunda değil. Zerrece. Aldırmıyor. Gerek duymuyor. Gerek duymadığında hiçbir şey olmuyor ve işine devam edebiliyor. Kendisine o sorunun sorulabilmesi bile büyük cesaret gerektiriyor aslında.
Bir son örnek, Davutoğlu mertebesinde olmasa da siyasal İslamcıların muteber düşünürlerinden, İbrahim Kalın’dan olsun. Malum, cesur sorularıyla ve konuklarını sıkıştırmasıyla tanınan, bir iki güne dek Türkiye mümtaz basını tarafından teröristlikle itham edilmesi çok muhtemel Tim Sebastian ile yaptığı söyleşide, uzun süre sonra ilk kez bir ‘soru’ ile karşılaştı Kalın ve işin vahim tarafı soruların bir kısmı, tehlikeli ölçüde ‘hukuk’ içeriyordu!
Her haklı soruya ilgisiz ‘karşı sorularla’ karşılık verme çaresizliğini geçelim. En vahimi, kendisinin Zaman gazetesi ile olan eski bağının hatırlatılmasıydı. Kalın, ‘belki siz de yargılanırsınız bir gün,’ ifadesine “Zaman’da çalışmadım, orada yazdım,” yanıtını verdi. Yalnızca çaresizlik değil bu matrak yanıtın nedeni. Umursamıyor aslında. Yanıtın anlamlı olup olmamasına, dinleyenleri ikna edip etmemesine hiç aldırmıyor. Yukarıdaki örnekte, İçişleri Bakanı’nın AYM’yi ‘takmaması’ gibi.
Her iktidar gibi, bir gün bu iktidar da sona erecek. Hangi kurum ne kadar ve kimler tarafından onarılabilecek, şimdiden kestirmesi güç. Sanırım geleceğe kalan berbat miraslardan biri, bu ‘umursamama’ alışkanlığı olacak. Sırtını siyasal iktidara dayayanların her şeyi yapabileceğini ve kesinlikle bedel ödemeyeceğini düşünmesi; anayasanın, yasaların, ilkelerin, teamüllerin, asgari haklılık kaygısının bu ölçüde önemsizleştirilmesi. Umursamazlığın kanıksanması, olağanlaşması...
Çok ürkütücü bir durum bu. Yalnızca bugün değil, gelecek açısından da ürkütücü. Çok.
Bir video önerisi: Yazıda söz ettiğim, Ünsal Ünlü’nün son 18 yılı ve Unakıtan’ın villasının tarihçesini (!) özetlediği videoyu buraya bırakıyorum. Hafızayı canlı tutmakta yarar var!