İktidarın 'biyopolitika'sı ve virütik medya

Kimileri, virüsün tüm dünyayı sınır, sınıf, cinsiyet ayırt etmeksizin her yaştan her gruptan insanı etkilemesini eşitlik temelinde değerlendirip, birbirimizi anlamamıza yardım edeceğini düşünmüştü. Ancak bağışıklık sisteminizin güçlü olması, sağlık hizmetlerine erişim, hijyen koşullarına sahip olma gibi konular, hastalığa yakalanmayı yine sınıfsal koşullara bağlıyor.

Abone ol

Beyza Karayel Yeşilbaş*

Üniversitelerin gazetecilik bölümlerinin ilk yıllarında derslerde anlatılan küçük bir hikaye vardır. Hatırladığım kadarıyla şöyledir: “Sokakta bir ağaç devrilir. Küçük çocuk annesine sorar. O ağaç televizyonda görülmese de o ağaç düşmüş müdür?” Televizyonun gerçekliğimizi ele geçirmesini anlatan bu kısa hikayeyi bugün yeni medya denen moda kavramdan hareketle dijital mecralarını da içine alarak düşünebiliriz. Şimdi ben de soruyorum: medyada görmeseydik, “korona virüsü salgını” yine de var, diyebilir miydik? Dünyanın ikinci salgın merkezi olan Avrupa’nın bir kentinde yaşayan ben, açıkça virüsle enfekte olmuş bir kişiye bile rastlamadım. Ne de Türkiye’de ailemden biri ya da bir arkadaşımın bu virüsle enfekte olduğu tespit edildi. O zaman küresel korona salgını ile ilgili tüm bilgim medya “sayesinde.” Yani hiç bir medya aracının şimdiye dek hiç keşfedilmemiş olduğunu düşündüğünüzde kilometrelerce uzaktaki bir hastadan ya da hastalıktan haberdar olma şansınız olamayacaktı. Eminim bu yazıyı okuyan bir çok insan için de bu böyle. Öyle olmasa bile, bu durumun global ölçekte yaşandığından, ölüm rakamlarından, size bulaşma olasılığından, istatistiklerden bir haber olacaktınız. Belki de durum daha kötüye gitmeyecek ve virüs size bulaşa bile hastalığı basit bir soğuk algınlığı gibi geçirecektiniz. Oysa ki bugün, öyle bir enformasyon ağına sahibiz ki, dünya üzerinde hangi ülkede kaç kişi virüse yakalandı, kaçı öldü, kaçı kritik durumda gibi birçok bilgiyi rakamlarla, anlık olarak takip edebileceğiniz bir çok aplikasyon ya da internet sitesi mevcut. Ölenler, ölümle savaşanlar, ölümden kurtulanlar değişen sayılara, oranlara ve istatistiklere indirgenerek bir anda karşınıza çıkıveriyor.

Politikacılar, hekimlerle el ele vererek daha az ölüm oranları ve ekonomik kayıp için bir dizi önlem alıyorlar. Modern iktidarın “yaşatma” ve “nüfusu koruma” isteği burada ortaya çıkıyor. 1976’da düşünür Michel Foucault, Batı liberal toplumlarına özgü yeni bir yeni yönetim yaklaşımına “biyopolitika” adını koymuştu. Devletler, nüfuslarının sağlık ve refahı konusuyla oldukça ilgiliydiler artık. Biyopolitika, iktidar mekanizmalarındaki bir dönüşümü ifade ediyordu. 18. yüzyılda gelişen bu iktidar biçimi (modern devlet), hükümranın (mutlak kralın) sahip olduğu “öldürme” ya da “hayatta bırakma” (yaşama el koyma) hakkına değil, yaşatma hedefine dayanıyordu.

Biyopolitika, modern toplumda kapitalizmin gelişmesinin bir ön koşuluydu. Sanayileşmeyle birlikte ihtiyaç olunan sağlıklı ve güçlü “bedenler” üretimin en gerekli öğesidir. Foucault’ya göre, “…Kapitalist toplum için, biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemlidir. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir.” (1)

Bu noktada tıbbi bilgi, politik alana sızar. Toplumsal alanın inşa edilmesinde doktorlar ve siyasetçiler birlikte çalışırlar. Bedenin politik alanda sorunsallaştırılması, modern toplumda tıbbın toplumsal süreçlere dahil olma meşruiyetini arttırır. Hastalıklarla savaşma dönemleri ise tıbbi bilgi ve politik ideolojinin ortak hareket etme pratikleri geliştirmesine zemin sağlar. Nüfusun düzenlenmesi, ölüm oranları ve ekonomik sonuçları, istatistiksel olarak bir dizi rakamla ifade edilir. “Politik ideoloji”, “tıbbi teknoloji” ile uyum içinde çalışır ve ortalama ölüm oranının belli bir sayının altına düşürülmesi önemli bir erektir.

Hem politika hem de tıp alanının saiklerini iyi bilen Alman siyasetçi ve tıp doktoru Wolfgang Wodarg’ın, korona virüsü ile ilgili yaptığı son açıklamalar bana biraz bu yukarıda bahsi geçen kavramları hatırlattı.

Wodard, çektiği videoda, siyasetçilerin ve sağlık uzmanlarının ilmek ilmek bu alarm halini nasıl ördüklerini anlatıyordu. Önce Almanya’da sonra da tüm dünyada yarım milyon insan tarafından izlenen videoda Doktor Wodarg, önceki yıllara ait basit soğuk algınlığı araştırmalarını gözler önüne seriyor ve bugünkü Covid-19 virüsünü doğru değerlendirmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Benzer yorumları Türkiye’de Profesör Canan Karatay ve Doçent Doktor Yavuz Dizdar da yapmıştı. Ancak Wodarg, küresel ölçekte virologların nasıl çalıştığını tane tane anlatıyor. Uzmanlar, her yıl 100 farklı türde yeni ve sürekli kendini değişikliğe uğratan virüslerle karşılaşıyorlar. Bugüne dek hangi virüsün soğuk algınlığına neden olduğunu çok da önemsemezdik, diyor Wodarg ve devam ediyor: “İskoçya’nın Glasgow kentinde, Korona virüs de dahil olmak üzere 8-10 çeşit virüsü test etmek için laboratuvar ortamında uzmanlar bir süredir çalışmaktalar. Araştırma sonuçlarına göre, 2005-2013 yılları arasında ciddi solunum hastalıklarına sebep olan virüslerin sadece yüzde 7 ila 15’inin korona virüs olduğu tespit edilmiş.”

Virüsün ilk olarak görüldüğü Çin’in Vuhan kentindeki araştırma laboratuvarlarının ve yoğun bakım ünitelerinin son derece gelişmiş ve uzmanların son derece yetkin olduğunu anlatan Alman doktor, Vuhan’daki hastanede 50 kişi üzerinde yapılan testlerde “yeni tip korona virüsü” bulan virologların, bunu küresel veri tabanına hemen kaydettiklerini, böylece bu veri bankasına düşen yeni bilginin tüm ülkelerde kısa zamanda bilim adamalarını harekete geçirdiğini söylüyor. Wodarg’a göre rakamlar genel olarak doğruyu yansıtmıyor. Eğer bu testi hastanelerde ya da ölüme yakın hastalar üzerinde, yoğun bakım ünitelerinde yaparsanız, birçok vaka bulmanız da muhtemel diyor. Yani spesifik bir grubu test ederseniz pozitif çıkma ihtimalleri bir hayli yükseliyor. Hasta bir kişinin korona virüsünden mi, yoksa taşıdığı başka bir virüsten mi öldüğünü asla bilemezsiniz, diye de ekliyor. Soğuk algınlığında her yıl tespit edilmiş ölüm rakamlarına korona virüsünde bu yıl henüz ulaşılmamış olması da Wodarg’ın panik durumuna geçmenin gereksizliğine gösterdiği kanıtlardan. Bu tıbbi açıklamalardan sonra, çok tartışılan sosyolojik tespitlerde bulunuyor. Enstitülerine daha fazla para akıtmak isteyen tıp alanındaki araştırmacıların virolojik çerçeveyi tamamen abartarak aşırı bir duyarlılık geliştirerek, konu hakkında hiç bir bilgisi olmayan siyasetçileri aşırı karar ve yasaklar almaya zorladığını iddia ediyor. (Wodarg’ın açıklamaları Alman basının ikiye böldü. Wodarg’ı, virüsün kolayca yayılıp on kat daha ciddi vakalara neden olduğunu gözden kaçırmakla suçlayıp ona şiddetle karşı çıkanlar da var.)

Ancak sonuç olarak, medya, uzmanlar, doktorlar ve siyasetçiler kanalıyla “salgın” söylemi gittikçe büyüyen ve büyüdükçe korkulan bir hal alıyor. Foucault, diğerlerine göre daha az bilinen eseri “Kliniğin Doğuşu”nda, hastalık ve “dil” konusuna değinir. Hastalık, bireysel ve somut varlık nezdinde sadece addan ibarettir. Adcı bir indirgemeyle, mesela akciğer zarı iltihabına, bir isim vermek (zatülcenap) “zihnin bir soyutlamasını” ifade eder. “Korona virüsü” de, bilinen bir soğuk algınlığına benzer semptomlara neden olmasıyla, biz onu öyle adlandırdığımız için “içinde bütün olayların birleşmiş olduğu çoklu bir figür”dür, artık. Distopik bir hikaye ile felaket anlatısına dönüşen bu ulus-ötesi virüs, devletlerin kendi nüfusunu ve yaşam devamlılığını sağlamak için aldığı bir dizi önlemle günlük hayatımızı etkilemeye devam ediyor.

Foucault’ya göre, modern iktidarın bu “yaşamı koruma” eğilimi ile nüfusun sağlık ve refahına bu kadar çok ilgi göstermesi, şiddetin ve ırkçılığın modern iktidarda yok olduğu anlamına gelmiyordu. Modern iktidarda, nüfusun saf ve sağlıklı olması, “öteki”nin her zaman yok olması ya da ölümü anlamına geliyordu. Bu nedenle biyo-politika hem “yaşatma”nın hem “ölüme bırakma”nın politikasıydı. Kendi nüfusunu koruyan devlet, bir diğerini ölüme atmaktan geri durmuyordu.

Bu paradoksun, bu günlerde sınır kapılarında bekleyen ve Avrupa’dan sığınma hakkı talep eden yüz binlerce Suriyeli mülteci örneğinde vücut bulduğunu görüyoruz. Avrupalı toplumların, kendi ülkelerinde olağanüstü önlemlerle ve yatırımlarla kendi nüfusunu korumaya çalışırken aynı esnada mültecileri sınırdan sokmamak için ağır uygulamalara gitmesi oldukça çarpıcı. Ancak unutulmamalı ki, yeterli beslenme, barınma ve hijyen koşullarından yoksun mülteciler, virüse karşı en savunmasız grubu oluşturuyor.

Kimileri, virüsün tüm dünyayı sınır, sınıf, cinsiyet ayırt etmeksizin her yaştan her gruptan insanı etkilemesini eşitlik temelinde değerlendirip, birbirimizi anlamamıza yardım edeceğini düşünmüştü. Ancak bağışıklık sisteminizin güçlü olması, sağlık hizmetlerine erişim, hijyen koşullarına sahip olma gibi (UNICEF; üç milyar insanın evinde elini sabunla yıkayacağı lavaboları olmadığını açıklamıştı) konular, hastalığa yakalanmayı yine sınıfsal koşullara bağlıyor. Etrafta kol gezen “ölüm”ü dışsallaştırmak bu koşullara sahip olanlar için bir noktaya dek mümkün. Ancak yurdundan, zorunlu koşullarla ayrılan binlerce Suriyelinin “sınırda” bu virüsle enfekte olması ihtimalinin, sıcak evlerimizdeki karantinada bizleri biraz rahatsız etmesi hiç de fena olmaz. Aynı gemideyiz ve virüsün bize öğrettiği yegane şey; bir diğerinin salahiyetinin aslında tam da “öteki”ne bağlı olduğu.

(1) “For capitalist society, it was biopolitics, the biological, the somatic, the corporal, that mattered more than anything else. The body is a biopolitical reality; medicine is a biopolitical strategy.” Michel Foucault, Power, çev. Robert Hurley, James D. Faubion, ed., The New Press, New York 2001, s. 137.)

Kaynaklar:

Foucalult, Michel, Cinselliğin Tarihi, Ayrıntı Yay.

Foucault, Michel, Kliniğin Doğuşu: tıbbi algının arkeolojisi, Epos Yay. 2002

“Stoppt die Corona-Panik" - Ex-Gesundheitsamtsleiter Dr. Wolfgang Wodarg (Interview, Dokumentation) - https://www.youtube.com/watch?v=XnlT3rPNUp0

*Doktora öğrencisi, Gazetecilik Bölümü, Berlin Freie Üniversitesi