Sembolizmin Erdoğan ve AKP politikasında geniş yer tuttuğu bilinir. Aynı zamanda kapalı kapılar ardında hazırlanan yasal düzenlemeleri hayata geçirmek için elverişli zaman kollamasıyla ünlü. Elverişli zaman toplumsal kabule en kolay ulaşabileceği anı yakalamasıyla ilişkili. Toplumsal kabul kadar günün anlam ve önemiyle yapılacak işin uyumu da gözetilir ki, sembol ve slogandan ibaret politik tutumla pek bir uyumludur. Zamanlamayı ve sembolizmi gözeten bu popülist politika süreçlerini hepimiz ezberledik yıllardır. Türkiye Yüzyılı sloganı -ki bana göre planların kod adı- hepimize 29 Ekim’i, Cumhuriyet'in 100. yıldönümünü hatırlatmalı. Meclis açıldığı andan itibaren yoğun tempoda üstelik komisyonlarda görüşüldükten sonra genel kurulda görüşmeye açılmak yerine doğrudan oya sunulma yöntemiyle hızlandırılmış yasama süreci planlanıyor. Çünkü aceleleri var, 29 Ekim’e kadar çabucak yasalaştırmak istedikleri taslakları ceplerinde hazır. Böyle hızlı ilerlerken yasama sürecinde yol kazalarından da çekinmeyecekleri anlaşılıyor. Çünkü hızlanmaktaki meram pek çok Cumhuriyet değerini yıkıp geçmek esasen. Hızlanmalılar ki toplum, Meclisteki partiler hızlarına yetişemesin, paralize olsun. Tepkisiz kalmamız isteniyor. Çünkü Cumhuriyet değerlerini yıkıp geçerken yerine dini değer yargılarından ibaret düzenlemeler getirsinler. Dini değer yargıları dedimse pek çok farklı din ve inanç söz konusu değil tabii ki. Hatta İslam’ın farklı yorumlarına ilişkin değer yargılarını gözden geçirip en iyi olanını bulacakları anlamı da çıkarılmasın. İyice Vahhabi-Selefîliğe yaklaştırılmış, katı Sünni yorumların değer yargılarını Cumhuriyet değerleri yerine ikame edecekler. Erkek egemenliği resmi politika olacak yani başarabilirlerse. Aceleleri var 29 Ekim’e yetiştirecekler ki oy toplarken vaat ettikleri Türkiye yüzyılı tahayyülünü gerçekleştirmiş olsunlar. Hani konser, festival, sergi, yürüyüş iptalleri talep edilirken “kadınlı-erkekli, içkili… Türkiye yüz yılına yakışmıyor” göndermeli şikayetlerin resmi politikaya dönüşmesi mümkün olsun.
Peki Meclis’te Ekim başından sonuna kadar neler yapılmak isteniyor derseniz tabii ki ilk iş Medeni Yasa olacak. Yasada Selefi-ataerkil yorumlarla yapılacak değişiklikler 2019’dan beri hazır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılı değil Türkiye Yüzyılı adı verilmesi buradan kaynaklanıyor olmalı. Zira Medeni Yasa ve bir bölümünü oluşturan Aile Hukuku, referansını din kurallarından almayan laik bir kanun. Çoğu zaman kağıt üstünde kalmış bile olsa cinsiyet eşitliğini gözetir. İşte bu hükümlerin kağıt üzerinde kalmasına bile tahammül etmeyen marjinal bir grubun azınlık tahakkümünde yaşatılıyoruz. 30’ların 40’ların parti devletine geri dönüldü. Güç bende diyen bir azgın azınlığın acelesi var, 30 Ekim sabahına dini aile hukuku adı altında erkek egemen sistemde uyanmak istiyorlar.
İktidarın bu planı bozulur mu? Neden olmasın? Hazır eskiler “olmaz olmaz” demişken deneyelim bakalım, doğru mu söylemişler? Selefi yorumlarla hazırlanmış bir aile hukukunda yaşamak istemeyenlerin, bulundukları her yerden tepki göstermesi gerekiyor. Önce Mahinur Özdemir nafaka diyerek nabız yokladı. Bulamadı. Muhalefet partilerine ölü toprağı serpilmiş gibi. Sonra Yılmaz Tunç sil baştan aile hukuku yazmaktan söz ederek el yükseltti. Muhalefetten tık yok hala. Derken Numan Kurtulmuş girdi devreye. Hazır muhalefet Medeni Kanun üzerindeki tehditlerin farkına varamamışken onları uyandırmadan Genel Kurulda doğrudan oylama önerdi. Meclisteki sayısal çoğunluğuna güvenen iktidar adına TBMM Başkanı egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesinin tecelligahı olarak Genel Kurulu değil Plan Bütçe Komisyonunu işaret ediverdi ustaca. TBMM tarihi boyunca kadın vekil sayısı en az olan komisyonlardan birisi Plan Bütçe ve otuz, kırk vekilin bu ülkedeki temel kanunlardan birisini değiştirebilmesini öneren bir Meclis Başkanı varken muhalefet partileri, birbirlerine muhalefet etmekle meşgul. Bir de Anayasa meselesi var elbette iktidarın el çabukluğu ile gündeme getirip meclisten geçirmek istediği düzenlemeler arasında. Ancak onu bir başka yazıya bırakarak iktidarın planını bozma yolları üzerine düşünmek istiyorum.
Seçim sonrası politikadan soğumuş geniş bir muhalif kesim varken Medeni Yasa ve Aile Hukuku için yapılabilecekler sınırlı. Ancak yine de laik hukuk yerine Selefi hukukla düzenlenmiş aile hukuku istemeyecek AKP seçmeni dahil geniş bir kesim var bu ülkede. İktidar toplumun ve muhalefet partilerinin sinir uçlarıyla sürekli oynarken bizler yek diğerimizin sinir ucuna basmadan aynı hedefe yönelmeyi öğrenebilmeliyiz. Zaman az, işimiz zor ama bu belki de son şansımız. Erkek egemenliğini ve Selefi din yorumlarını Şeriat kavramının arkasına saklayarak çığırtkanlık yapan dincilere karşı ortaklaşmak için öncelikle şu eski “kahrolsun şeriat” benzeri sloganlardan vazgeçmek gerek. Çünkü çok geniş bir anlam yelpazesine sahip şeriat kavramı. Bütün dindarlar kendilerini bu kavramın içinde bulabiliyor kolaylıkla. Öyleyse karşı çıktığımız şeyi olabildiğince daraltılmış anlam taşıyacak kavramla ifade edelim. Örneğin yazı boyunca Vahhabi-Selefi, ataerkil din yorumu tamlamasını boşuna tekrarlamıyorum. İstemediğimiz hususları böyle nokta atışı ya da adrese teslim kavram ile ifade edersek karşımızdaki cepheyi daraltmış o azgın azınlığı görünür kılmış oluruz. Diğer yandan neyi ve neden savunduğumuzu ise alabildiğine geniş tanımlayarak anlatmaya ve bizim yanımızda yer alabilecek olanlara karşı kucaklayıcı olmalıyız. Kapsamlı ve kapsayıcı, demokratik çoğulculuğu vurgulamalıyız. Laik Medeni Yasa ve Aile Hukukunun eşitlik ve özgürlük vurgularıyla anlatılması gerekiyor.
Toplum geneli duymasa da özellikle dindar kadınlar arasında Medeni Yasa ve Aile Hukuku söz konusu olunca “ben seküler kesime dahil olurum” anlayışındaki insanları ötelemeye gerek yok. Yanımıza çekmeye ihtiyaç var. İktidar politikalarına karşı çıkarken hedefi daraltarak salt karar vericileri işaretleyerek konuşmak bu açıdan çok önemli. Ve tam olarak bu nedenle Erdoğan daima kutuplaştırıcı söylemleri kullanıyor. Kendisi için tapulu arazi olarak gördüğü dindar kesimi seküler kesimden ayrı tutmaya özen gösteriyor. O halde karşısında aynı tavrı sergilemek yapılacak en büyük hata olur değil mi? Artık bu hatadan vazgeçme zamanı geldi de geçiyor.
Ve muhalefet partileri Mecliste Numan Kurtulmuş’un önerisini oylama aşamasına gelmeden önlemek zorunda. Aksi halde “anayasaya aykırı ama oy vereceğiz” hatasını tekrarlamış olurlar ki ondan sonrası da sonraya kalsın.