İktidarın ekonomi modelinin heterodoks niteliği

Heterodoks diye nitelenen yeni modelin kritik amacı cari fazla vermek şeklinde tanımlanmıştı. Fakat Türkiye’de yeni modelle birlikte cari açığın da alarm verici bir şekilde arttığını görüyoruz.  

Abone ol

Ensar Yılmaz*

Aslında uzun süredir, iktidar partisinin uyguladığını iddia ettiği ekonomik modelin heterodoks bir model olup olmadığı tartışılmaktadır.  Bu tartışma Hazine ve Maliye Bakanı’nın daha geniş bir kavram seti kullanması ile tekrardan alevlendi. Birçok insan modelin niteliği ve sonuçları açısından bu tartışmayı gereksiz bulabilir. Fakat ben modelin hem heterodoks niteliğini hem de Türkiye’nin yeni bir modele ihtiyacı olup olmadığını tartışmak için bir vesile olarak değerlendirmek istiyorum.

Karşımızda düşünsel temellerinin izini süreceğimiz herhangi bir rapor/akademik çalışma olmadığından, daha önce sunulan birtakım şemalar, ifadeler ve uygulamalardan hareketle ancak bir şeyler söylemek durumundayız. Bu yanıyla, batıni tarafı ağır basan bir model gibi durmaktadır. Fakat her şeye rağmen bu modelin amacının finansal bir zemine sıkışan (faiz-döviz kuru kıskacı) ülkeyi üretime dayalı ve ihracat öncelikli bir yapıya kavuşturmak olduğu belirtilmektedir. Bu yanıyla, iktidar çevrelerinin sermaye akımları ile tetiklenen faiz-döviz kuru dinamiğinin neden olduğu bir kalk-dur (boom-bust) modelinden şikâyet etmeye başladıklarını görüyoruz. Aslında, bu büyüme dinamiği AKP iktidarının devraldığı ve sürdürdüğü bir yapıdır.

Burada sorulması gereken soru, iktidarın heterodoks olduğunu iddia ettiği yeni bir büyüme modeline neden yönelmek durumunda kaldığıdır. Bunun en önemli sebebi kısaca iktidarın kendisidir, yani şu ana kadar izlediği politikalardır. Özellikle iktidarın makro istikrar döneminden itibaren biriktirdiği yapısal problemler, büyümenin niteliği/kısıtları, artan politik riskler ve değişen global konjonktürün bu tercihte etkili olduğunu düşünüyorum. İktidar çevrelerinde oluşan bu farkındalık şimdilerde neoliberal politikalardan “epistemolojik kopuş” olarak ifade edilmektedir. Yeni büyüme modelinde cari fazlaya bu kadar vurgu yapılması da “Asyatik kalkınma modeli”nin referans alındığını ve hatta bunun “Çin de böyle büyümüştü” düşüncesinde somutlaştığını görüyoruz. Dahası bunun için uzun bir süredir “ekonomik kurtuluş savaşı” verildiği iddia edilmektedir. Aslında neredeyse heterodoks olmakla kurtuluş savaşı vermek aynı anlamlarda kullanılmaktadır. Bununla da bu mücadelenin konvansiyonel, anaakım ve müesses nizam araçları ile kolayca yapılamayacağı ima ediliyor.

Bakanı’nın son açıklamalarının çok ilgi çekmesi ilk defa heterodoks kavramının içeriğini bu kadar açık bir şekilde ifade etmesinden kaynaklanıyor. Bunu da genel anlamıyla kalkınmacı merkez bankacılığı, girişimci devlet ve modern para teorisi yaklaşımları ekseninde ifade etti. Dikkat edilirse bunların önemli bir kısmı devletin ekonomide üstleneceği rollerle ilişkilidir. Bu yüzden, devletin ekonomide fonksiyonelliğine dönük zihinsel bir değişimine dikkat çekiliyor. Şimdi bunlara tek tek bakalım

KALKINMACI MERKEZ BANKACILIĞI

Kalkınmacı merkez bankacılığı hem heterodoks olma hem de iktidarın uyguladığı faiz politikasına belli bir çerçeve sunma açısından kritik bir yaklaşımdır. Kalkınmacı merkez bankacılığı aslında geçmişte Japonya’dan başlamak üzere günümüzde Çin’e kadar uygulanan kalkınmacı devlet uygulamalarından biridir. Japonya 1980’lerin sonuna kadar kalkınmacı bir merkez bankasına sahipti. “Pencere yönlendirme kredi kontrol mekanizması” denen bir uygulama ile Japon Merkez Bankası bankalara kredi tahsisi yapardı. Bu da belli sektörlerin finansmanı için kullanılırdı. Bu durum on yıllarca sürdü. Fakat 1980’lerin sonundan itibaren para/kredi tahsisatı artık büyüme amaçlarını aşan bir şekilde ekonomide varlık fiyatlarının şişmesine ve bu da Japonya’nın 1990’ların başında krize girmesine neden oldu. Benzer bir şekilde, Çin Halk Bankası aslında son dönemlerden itibaren bir merkez bankası gibi davranmaya başlamıştır. Özünde kamu bütçesini finanse eden ve politik olarak belirlenen sektörlere ucuz kredi veren bir kurumdu. Çok sayıda gelişmiş ülkede merkez bankaları bu düzeyde olmasa bile, 1990’lara kadar kamuyu kısmen finanse ettiğini biliyoruz. Türkiye’de merkez bankası son dönemlere kadar kamu bütçesine avans sunan bir kurumdu. Merkez bankası bağımsızlığı denen olgu da 1980’lerden itibaren neoliberal dönemde gelişen liberal-teknokrat bir anlayışın sonucudur. Enflasyon problemini kontrol etmek, finansal istikrarı sağlamak ve siyasetçiyi bu alandan uzaklaştırmak için ortaya çıkan bir yaklaşımdır.

Mevcut iktidar aslında düşük faiz politikası ile buna benzer bir uygulama yapmak niyetindedir. Fakat merkez bankasını kalkınmayı fonlamak için kullanan ülkeler ile Türkiye arasında ciddi birtakım farklılıklar söz konusudur. Bu da doğal olarak ekonomik sonuçlara yansımamaktadır. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir, bu ülkelerin kalkınma planları içinde merkez bankacılığı/kamu bankacılığı sadece finansman ayağının bir parçasıdır. Neyin nasıl finanse edileceği tamamen ciddi bir planlamanın sonucudur. Bu anlamıyla, selektif kamu finansmanı bu ülkelerin birikim süreçlerinin niteliğini etkilemiş ve yönlendirmiştir. Oysa Türkiye’de olanlar bundan farklıdır. İktidarın belirli bir seçim ufku içinde büyümenin sadece niceliğine dönük bir tercihte bulunduğunu görüyoruz. Ülkede uzun süredir kredilerin neredeyse yatırım dışında her alana yayıldığını görüyoruz (finansal yatırım, inşaat, tüketim kredileri, firmaların operasyonel faaliyetleri gibi). Kredilerin niteliği ile ilgilenmeyen bir iktidar yeni bir kalkınma modelinden bahsedemez. Daha önceleri, yani dış sermaye akımlarının beslediği kredi kaynaklarının ekonomiye serpiştirildiği dönemlere benzer olarak bugünlerde bu işlevi merkez bankası ve kamu bankaları üstlenmiş durumdadır. Aslında iddia edildiği gibi sermaye akımlarının neden olduğu neoliberal politikalardan bir kopuş söz konusu değildir, sadece onların yerine daha yoğun bir şekilde aynı işlevi üstlenen iç finansman kaynakları monte edilmiş durumdadır. Cari açığı azaltmak için tasarlanan bir model düşünün ve bunun finansmanı için verilen krediler amaçlananın tersi bir etkide bulunarak ithalatı artırmaktadır. Bu bile başlı başına yeni modelin nasıl zayıf bir zemin üzerinde kurgulandığını gösterir.

MODERN PARA TEORİSİ

Hazine Bakanı’nın politikalarına dayanak gösterdiği yaklaşımlardan biri de Modern Para Teorisi (MPT) oldu. Son dönemde sosyal medyada sıkça bahsi geçen bu yaklaşımın danışmanları tarafından Bakan’a aktarıldığı yüksek bir ihtimaldir. Bunun da şu an izlenen politikaların gerekçelendirilmesinde kullanıldığını düşünüyorum.

Aslında MPT kalkınmacı merkez bankacılığı yaklaşımı ile tutarlı bir yaklaşımdır. Özünde her ülkenin kendi parası üzerinde bir tekeli olduğunu, bunun da kamu otoritesine kendi politikaların finansmanı için imkân sağladığını ifade eden bir görüştür. Kamu ve mali alanın zorunlu olarak iç içe geçtiğini, maliye ve para politikalarının birbirini etkilediğini ve ayrıştırılamayacağını ifade eder. Hükümetler için vergiler kısıt olduğunda para basılabilir ve eğer bu enflasyon yaratırsa da vergi ile tekrardan geri toplanabilir. Bu yaklaşımın iktidarın da ilgisini çeken tarafı budur. Düşük faiz politikası ile iktidar da amaçları doğrultusunda parasal genişlemeye kolayca başvurabilmektedir. KKM bile bir açıdan bu yaklaşımın uzantısı bir uygulama olarak görülebilir. Hem merkez bankasının hem hazinenin fonladığı bu uygulama, özünde para ve maliye politikalarının iç içe geçtiği bir yapı şeklinde işlemektedir. Kamunun hedefleri doğrultusunda finansal kısıtları ortadan kaldırmaktadır.

Fakat iktidarın MPT yaklaşımının en önemli ayaklarından biri olan ve benim de önemsediğim “tam istihdam” hedefi ile ilgilenmediğini görüyoruz. Yani iktidar bu yaklaşımın kendi finansman biçimine kısmen yaklaşan tarafı ile ilgilenirken diğer taraflarını görmeme eğilimi içindedir. Tam istihdam politikası, daha önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi, aslında para politikasına daha özgür bir alan sunmaktadır çünkü para politikasının emek piyasalarına bakarak iki de bir ısındı-soğudu mekaniğinden kurtarılmasını sağlayabilir.

Genel anlamda MPT, Post-Keynesyen okul içinde sınıflandırılsa bile kendi içinde de eleştirilen bir yaklaşımdır. Çok sayıda Post-Keynesyen iktisatçı bu yaklaşımın önerdiği politikaların neden olduğu olası riskleri önemsemediğini düşünür. Ben de benzer şekilde bazı risklerin küçümsendiğini düşünüyorum; ülkelerin ulusal paralarının sahip oldukları kısıtları, enflasyonu, finansal istikrarsızlığı, aşırı bütçe açıklarının olası tahribatlarını küçümsediklerini ve politik-kurumsal alanı fazlasıyla deneysel hale getirdiklerini düşünüyorum. Kriz ortamlarında para ve maliye politikalarının sosyal refah amaçları doğrultusunda kullanılması her zaman mümkündür. Fakat bu tür bir yaklaşımın büyüme ve daha kapsamlı bir şekilde kalkınma amaçlı kullanılmasının çok sayıda sorun barındırdığını düşünüyorum. Kalkınma stratejisi genel anlamıyla merkez bankası üzerinden değil de kamu bankaları üzerinden yönlendirilmelidir. Merkez bankası da hem enflasyon hem de istihdam göstergelerine karşı duyarlı bir politikanın kurumu olmalıdır. Böylece politik araç çeşitliliğini artırmış oluruz diye düşünüyorum.

GİRİŞİMCİ DEVLET

Hazine Bakanı’nın konuşmasında kullanılan bir diğer kavram girişimci devletti. Bunun da orta gelir tuzağından kurtulmak için gerekli olduğunu ifade etti. Bu kavram da yukarıda ifade edilen yaklaşımlarla tutarlı bir şekilde bir tür kalkınma perspektifi içeriyor. İktidarın bu tür bir girişimci devlet misyonu içinde hareket ettiği düşüncesi büyük oranda silah sanayiindeki gelişmeler (İHA ve SİHA’lar gibi) ve yerli araba (TOGG) üretim çabalarına dayanmaktadır. İnsansız savaş araçlarının özellikle çevre ülkelerde (Azerbaycan ve Ukrayna) ortaya çıkan savaşlardaki rolü ve çok sayıda ülkeye ihraç edilmeleri öne çıkmalarını sağladı. TOGG da kalkınmacı/girişimci milli bir çabanın unsuru olarak değerlendirildi. Bu tür çabaların kamuoyunda politik bir karşılığı olduğu çok açık. Fakat bu çabaların yüksek katma değer içeren ve ülke genelinde kapsamlı bir teknolojik yayılım etkisi içermediği de o kadar açık.

Bir ülkenin üretim teknolojilerinin düzeyini ve değişimini değerlendirmek için çok sayıda değişken kullanılabilir. Bunlar Ar-Ge harcamaları, patent sayıları, bilimsel yayınlar veya insan sermayesini temsilen PISA skorları olabilir. Bence tüm bu göstergelere tek tek bakmak yerine onların bir çıktısı gibi düşünebilecek yüksek teknoloji ürünlerinin toplam ihracattaki oranına bakmak yeterli olabilir. Bu oran önemli, çünkü ülkenin sadece teknoloji düzeyini değil aynı zamanda uluslararası düzlemde karşılaştırmalı konumunu da gösterir. Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin oranı oldukça düşüktür, yaklaşık olarak yüzde 3 civarındadır ve son 20 yıldır bu oranda bir iyileşme söz konusu değildir. Ülkenin karşılaştırmalı durumunu görmek için de ülke örneklerine bakmak gerekir: Aynı oran Meksika için yüzde 20, İsrail yüzde 23, Şili yüzde 7, Bulgaristan için yüzde 10, Brezilya için yüzde 15, Çin için yüzde 31 ve G. Kore için yüzde 30 civarındadır. Bu da şu anlama gelir, Türkiye’de üretimin teknolojik niteliği uzun süredir hem zamanla hem de karşılaştırmalı olarak pozitif anlamda ciddi bir değişikliğe ve dönüşüme uğramadı. Türkiye çok uzun süredir düşük-orta düzey bir üretim teknolojisine sahip bir ülkedir ve bu niteliği AKP döneminde hiç değişmedi. Dahası, heterodoks diye nitelenen yeni modelin kritik amacı cari fazla vermek şeklinde tanımlanmıştı. Fakat Türkiye’de yeni modelle birlikte cari açığın da alarm verici bir şekilde arttığını görüyoruz. Yani ne ticaret açığı düştü ne de ihracatın niteliğinde bir iyileşme söz konusudur. Bunlar da basitçe düşük faiz politikası ile amaçlanan ucuz kredi politikasının kalkınma için tek başına işe yaramadığını göstermesi açısından önemlidir.

Gelişen ülkelerin kalkınma çabalarında teknoloji politikaları oldukça kritik önemdedir. Devletin bu anlamda rolü sadece bir “piyasa düzeltici” veya pasif AR-GE finansörü de değildir. Devlet bir girişimci gibi risk alabilir ve piyasa yaratabilir. AKP iktidarı ciddi anlamda bunların hiçbirini yapmadı. Devletin girişimcilik düzeyi ancak inşaat şirketleri ile kurduğu simbiyotik ilişkiden ibaret kaldı. Bu konuyu diğer bir yazımda tartışmıştım. 

Ülkenin bir kalkınma modeline ihtiyacı olduğu çok açık. Bunun ülkenin istikrar içinde belli bir büyüme patikasını yakalamasının çok ötesinde bir anlamı vardır. Türkiye’nin sadece makro istikrarla gidebileceği yer bellidir ve sınırlıdır. Firmaların veya genel olarak piyasaların makro ve sosyal hedefleri olmadığını bilmek gerekir. Yönlendirilmedikleri müddetçe piyasaların sosyal refahla bireysel refahı uyumlaştıracaklarını beklemek saflıktır. Japonya örneği ve diğer Asya örnekleri şunu çok net gösterdi ki anaakım iktisadın hem büyüme teorilerinde hem de heterodoks diye nitelenebilecek “bağımlılık teorileri”nde devletin rolü küçümsenmiştir. Fakat özellikle Doğu Asya ülkeleri anaakım büyüme modellerinin edilgen devletine ve bağımlılık hipotezinin ifade ettiği yapısal kısıtlara devlet kapasitesiyle meydan okudular. Maliye Bakanı’nın ifade ettiği gibi, girişimci devlete kesinlikle ihtiyaç vardır ama şu anki mevcut iktidarın anladığı anlamda değil. Bir ülke iktidarı sadece döviz kurunu tutmaya odaklanmışsa oradan ne uzun ne orta dönem kalkınma perspektifi çıkar.

Sonuç olarak, iktidarın heterodoks olarak nitelendirdiği yapı özü itibariyle bir tür “finansal baskılama” yaklaşımıdır. Mevduat ve kredi faizlerini direkt kontrol etmek yerine bu, merkez bankası ve diğer enstrümanlar üzerinden yapılmaktadır. Finansal baskılama aslında kalkınmacı bir politika izleyen Asya ülkelerinin stratejilerinden biriydi. Bu politikanın ülkelerin kalkınmasında ciddi katkıları oldu. Bu sayede, faiz geliri ile yaşayan rantiye bir sınıfın oluşması engellendi, bunun yerine alt yatırım ve sanayi üreticisi sübvanse edildi. Aynı zamanda istikrarlı ve rekabetçi bir kurla ihracat teşvik edildi. Sermaye kontrolleri diğer bir finansal kontrol alanı oldu; şirketlerin ve zengin bireylerin ulusal gelirden elde ettikleri ekonomik değerlerin içerde tutulması ve yeniden ülkeden iç yatırıma dönüşmesi sağlandı. Aynı zamanda spekülatif finansal akımların tahrip edici etkileri azaltıldı. Ve enflasyon düşük bir düzeyde tutuldu. Fakat bunların hiçbiri Türkiye’de olmadı. Finansal rantiye bir kesim oluştu, döviz kuru belirsizliği alabildiğine yaygınlaştı, sermaye hareketleri son dönemde tükenene kadar ciddi tahribat kaynağı oldu ve kredilerin selektif bir niteliği olmadığından üretken olmayan alanlara yatırım yapıldı. Türkiye’de büyümenin temel karakteristiği budur. 

Birbiri ile tutarlı olmayan çok sayıda mekanizma arasında sadece ucuz finansmana odaklanmak ve bunu dünya ve ülke tarihinde olmayan bir reel faiz politikası ile yapmak heterodoksluktan ziyade davranışsal iktisat içinde tanımlanabilecek bir tür “politika anomalisi” olarak tanımlanabilir ve bunun heuristik/bilişsel bir sorun olduğu açık. Hatırlarsanız, bu tür heretik politikalar izlenmeye başlandığında döviz kurunun çok yükselmesi istenmedi fakat döviz kuru yükseldiğinde bu sefer aslında rekabetçi kurun kendi kalkınma planları içinde olduğu ifade edildi. Sonra enflasyon yükselmeye başlandığında ilkin çok yüksek olmadığı, sonra dünyanın her tarafında bunun problem olduğu, şimdi de kalkınma planının bir bedeli olduğu anlatılmaktadır. 

Bu bağlamda, örneğin şu an izlenen irrasyonel faiz politikasına karşı çıkarak faiz artışında bulunmak anaakım bir politika talebi olmadığı gibi, faizleri indirmeye devam etmek de heterodoks bir politika değildir. Neoliberal politikalardan epistemolojik kopuş, tutarlı, etkin ve adil yapıların kurulması ile mümkündür. Aksi takdirde, kurumların yok edilmesi, düşünsel arka planını bilmediğimiz batıni modellerin varlığı ve doğru bilginin kamuya kapatılması ile ancak epistemik bir karartmadan söz edilebilir.

* Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü